Arı Gözündeki Tevhid Mührü
Yeryüzü ve gökyüzü çıplak gözle görülebilen, görülemeyen sayısız renkte (dalga boyunda) ‘ışık’ ile doludur. İnsanlar, çıplak gözle ‘görülebilen ışık’ dışındaki dalga boyuna sahip ışıkların farkında değildir; oysa bizim göremediğimiz fakat bazı deniz ve kara hayvanları tarafından görülebilen ışık çeşitleri de mevcuttur. Başka bir ifadeyle, insan için görünmeyen ışık, başka canlılar için ‘görünen ışık’ olabilmektedir. Demek ki canlıların baktığı dünya aynı olsa da, yaratılış hikmetleri gereği gördükleri dünyalar birbirinden farklıdır.
Allah’ın (cc) ışığa vermiş olduğu üç özelliğin (ısıtma, aydınlatma, renklendirme) her biri farklı canlıların sahip oldukları duyu organları tarafından farklı derecelerde algılanır. İnsan gözü, radyo ve televizyon dalgalarını göremediği gibi, mor ötesi (ultraviyole) ışığı da göremez. Oysa nasıl ‘yeşil renk’, ‘kırmızı renk’ vardır ve dünyanın her bir köşesinde bize değişik renk ve tonlarıyla kendini gösterir, öyle de ‘ultraviyole ışık’ da bir renge sahiptir. ‘Ultraviyole renk’ birçok canlı türü tarafından görülürken, insan onu çıplak gözle göremez. Çok yoğun ve parlak bir mor rengi olduğu için eğer onu görebilseydik, diğer renkler silik ve zor seçilir bir hâl alırdı. Sonsuz hikmet sahibi Yüce Rabb’imizin insan gözünü bu hususiyette yaratmış olmasının bir hikmeti de, kâinattaki sanat eserlerini net bir şekilde bütün güzelliğiyle görmemizi istemesidir. İnsanoğlu bu sayede çevresinde gördüğü bütün güzelliklerden hem maddî hem de mânevî zevkler alıp, büyük bir hayranlıkla hakiki Müzeyyin’i (Celle Celâlühü) tesbih ve tenzih etme bahtiyarlığına erebilecektir.
Bazı hayvanların da bizler gibi renkli görme kabiliyetine sahip olduğu yakın bir tarihte anlaşılmıştır. Buna göre hayvanların renkli görme kabiliyetleri birbirlerinden farklıdır. Tabiatta binlerce renk, üç ana renk olan kırmızı, sarı ve yeşilin sonsuz sayıdaki kombinasyonuyla ortaya çıkarılmaktadır. Bu renk zenginliğini algılayabilmeleri için, renkli gören canlıların gözlerinde üç ana rengi algılamak üzere üç çeşit koni şeklinde hücre (kırmızı, yeşil ve mavi) vazifelendirilmiştir. Diğer renkler bu üç rengin karışımı olarak algılanır. Meselâ bal arılarında, insanlarda da olduğu gibi ‘üç renkli görme’ vardır. Fakat arıların renkli görme sistemi yeşil, mavi ve ultraviyole renkleri algılayan hücrelerden oluşur. Bu yüzden bal arıları ‘kırmızı rengi’ göremez; ama ‘ultraviyole rengi’ görür. İnsan göz retinasına zararlı olduğu için gözün ön yapıları tarafından süzülen ve retinaya ulaşması engellenen ‘ultraviyole ışık’ enteresan bir şekilde arıların renkli görme sisteminin temelini oluşturur. Hattâ arılar yalnızca ultraviyole ışığın varlığında renkli görebilir. Yarattığı her varlığın vazifesini ve ihtiyaçlarını en iyi bilen Yüce Allah (cc) arıyı da vazifesine ve kabiliyetine uygun bir görme sistemiyle donatmıştır. Arıların renkli görme sistemi; kovanına giden yolu bulmada, bal özü taşıyan bir çiçeğin yer ve yönünü tespit etmede kullanılır. Arı, yönünü ve bulunduğu yeri, güneşin o anki konumuna göre tayin edebilir. Yapılan deneylerde gökyüzünden gelen ışık yerine başka bir ışık kaynağı kullanıldığında, bal arısının yuvasının yönünü bulamadığı görülmüştür.
Bal arıları bizim yalnızca çok az bir kısmını algılayabildiğimiz ‘polarize ışığı’ da görür ve bunu güneşin o anki pozisyonunu tam olarak tespit etmede kullanır. Polarize ışık, belli bir ışık kaynağından çıkan tabiî ışığın filtre yardımıyla yansıtılması neticesi meydana gelir (meselâ güneş ışığının dünya atmosferinde, su veya camda yansıtılması). Gökyüzünün mavi görülmesinin sebebi, güneş ışığının atmosferde polarize olmasıdır. Güneş ışığının parlak yüzeylerden yansıması da canlılar tarafından ‘polarize ışık’ şeklinde görülür. Meselâ çok güneşli bir havada denizden veya asfalt yoldan gözümüze yansıyan ve ‘parıldamalar’ şeklinde algılanarak görme netliğimizi azaltan ışık da, polarize ışıktır. Biz bu ışıktan korunmak, asfalt yolda ve deniz kenarında çevremizi daha net görmek için, polarize ışığı süzüp azaltan güneş gözlükleri kullanırız. İnsanoğlu çıplak gözle, yeryüzündeki polarize ışığın çok ufak bir bölümünü algılar; fakat bu bir eksiklik değil, bilâkis ona bahşedilmiş bir nimettir. Polarize ışığı daha iyi algılayabilseydik, çevremizdeki yoğun ışık parlamaları sebebiyle hiçbir nesneyi net göremezdik.
Fakat biraz önce de bahsettiğimiz gibi ‘polarize ışık’ gözü kamaştırıp görme netliğini azalttığından, Fâtır-ı Hakîm bal arısının polarize ışığı görme kabiliyetine sahip hücrelerini, gözünün arka ve üst kısmına yerleştirmiştir. Bu sayede bal arısı, gözünün çiçekleri görmesini sağlayan aşağı kısmıyla polarize ışığı görmez ve ışık parlama ve yansımalarından etkilenmezken, gözünün arka ve üst kısmıyla da havada yansıyan polarize ışığı görür ve yön tayini yapar.
Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere bal arısının gözü çok mükemmel bir kompleksliğe sahiptir. Bir göz, sayısı 8.000’i geçen altıgen şeklindeki basit gözlerin birleşmesinden meydana gelecek şekilde yaratılmıştır. Sözü edilen her basit gözün kendisine ait bir lensi, bir kristali ve görme hücreleri bulunur (Şekil 3). Bal arısının sahip olduğu bu birleşik göz sistemi, onun çevrede oluşan en ufak bir hareketi bile mükemmel şekilde algılamasını sağlar. İnsan gözü yalnızca tek yönde ve 180 derecelik bir görme alanına sahipken, bal arısı gözü 360 derecelik bir alandaki en ufak bir hareketi bile yakalar. Böylece çevresindeki her türlü tehlikeden hemen haberdar olur ve korunmak için önlem alır. Ayrıca bal arılarının gözü, hareketli nesneleri sâbit nesnelere nazaran daha iyi görür. Bu yüzden bal arıları rüzgârda sallanan bir çiçeğe sâbit durandan daha fazla misafir olur. Yine bu sebeple, bal arıları hareket eden ve kaçan bir insana, duran insandan daha fazla saldırır. İnsan gözü ise, bir çiçekteki en ufak sanatı bile ayrıntısıyla görebilecek ve ayırt edecek şekilde tek bir kornea ve lens sisteminden yaratılmıştır. Arıların birbirinden bağımsız binlerce ufak gözlerden inşa edilmiş petek gözleri, hayatlarını devam ettirmeleri için zaruri bir durum olarak, geniş bir alandaki ufak hareketleri algılayacak yapıda yaratılmıştır. Mozayik şeklinde görüntü elde edilen bal arısının gözlerinde görme netliği insanınkinin altmışta biri kadardır. Yani bizim 20 metreden rahatlıkla fark ettiğimiz bir nesneyi tanımak için arı ona 30 santimetre yakınlıkta bulunmalıdır. Bal arılarının çiçekteki sanatla değil çiçeğin sahip olduğu bal özü miktarıyla ilgilenmesini murâd eden Kudret-i Sonsuz (Celle Celâlühü) onlara, buna uygun bir göz sistemi takdir etmiştir. Böylece bal arıları dünyayı âdeta bir bal peteği gibi görür. Meselâ insan yüzünü, bir bal peteğinin ardından bakıyormuş gibi parçalı ve bulanık görür.
Bal arısı gözünde bulunup yaban arısı gözlerinde bulunmayan bir özellik daha vardır ki, bu özellik bal arılarının rüzgârlı havalarda yön bulmalarını kolaylaştırmak için gözlerinin yoğun bir tüy tabakasıyla kaplanmış olmasıdır (Şekil 4). Özetle, Yüce Rabb’imiz (cc) insan gözüne, net görmesini sağlayan tek ve büyük bir mercek koyup, birçok rengi ayırt etme kabiliyeti verirken, ultraviyole ve polarize ışığı bundan istisna tutmuştur. Bu sayede insan, varlıkların yaratılışındaki renk, desen, biçim ve incelikli sanatları görebilmektedir. Buna karşılık bal arısına; onun yaratılış hikmetine uygun olarak cisimleri daha az net görmesine, fakat polarize ve ultraviyole ışığı algılaması sayesinde bal özü taşıyan çiçeklerin yerlerini her türlü hava şartında rahatlıkla bulmasına, yuvasına geri dönebilmesine ve çevresindeki tehlikelerden korunmak için en ufak bir hareketi dahi hissetmesine vesile olan bir göz vermiştir.
Akıl sahibi herkesin de kolayca anlayabileceği üzere; Güneş’i, renkleri, ışıkları (mavi, sarı, kırmızı, mor, polarize, ultraviyole) yaratan Zât ile, belli hikmetlere binaen bu ışıkların bazısını görme, bazısını görememe hususiyetine sahip gözleri yaratan Zât birbirinden farklı olamaz. Bütün kâinatı var eden Sonsuz Kudret’in bir ve tek olan Allah (cc) olduğunu gösteren delillerden biri de, gözlerin bu farklı yapı ve fonksiyonlarıdır.
Bizim göremediğimiz arının gördüğü bazı renkler
Bu görünmez renklerin var olduğu bir bulmacanın parçası gibi insanların çözmesi için bekleyen bu muthiş yaratılış insanı biraz derinden sarsıyor.Yaradanın varlığı apaçık ortaya konuyor.
Kaynaklar
- S. Sutton-Vane. The Story of Eyes. Phoenix House 1960, London.
- Karl von Frisch. Bees: Their Vision, Chemical Senses, and Language. Cornell University Press 1971, New York
- Wikipedia Free Encylopedia,
- Softpedia Free Encylopedia
Duvarcı Arılar
Kur’an-ı Kerim'de, ilhâma mazhar bir hayvan olarak zikredilen ve bir süreye (Nahl) ad olan arıların hayatı, bilinen ve hâlâ keşfedilmeyi bekleyen yanlarıyla mânidârdır. Çok büyük bir böcek grubu olan anlar içinde, “duvarcı aralar” olarak anılan bir cinse ait “gelincik arısı” türü bizim bildiğimiz cemaat hâlinde yaşayan bal arılarından farklı olarak tek başına yaşar. Gelincik çiçeğiyle beslenir ve yine bu çiçeğin yapraklarından kendine yuva yapar. Hayatı için gerekli herşeyi Yaratan’ın kendisine ilhâm ettiği bu hayvanın ürettiği birçok şeyi, insan henüz yapamamaktadır.
GELİNCİĞE DÜŞKÜN ARILAR:
Bal arılarının bir akrabası olan resimdeki arı, bal arılarından daha büyüktür. Gelinciklerin bol olduğu yerlerde yaşadığından dolayı, “gelincik arısı” adını almıştır. Bu arılara yaptığı iş yüzünden “duvarcı arılar” da denildiği olur. Bal arılarının ve diğer bazı arı türlerinin aksine bu hayvanlar büyük gruplar halinde değil, yalnız başlarına yaşarlar. Roland Günther adlı tabiat fotoğrafçısı, bu hayvanlar hakkında ilk fotoğraflı dokümanları çıkarmış ve bu harikulade hayvanın hayat tarzını araştırmıştır.
ÇOCUK ODASI İÇİN ÇİÇEK YAPRAKLARI
Gelincik arısının dişileri sert ve keskin çeneleriyle, tırnak büyüklüğünde gelincik çiçeği yapraklarını 4–8 saniye içinde keserler. Dişiler bu işle meşgul olurken, erkekler devriye gezerek dişileri arar ve nesillerinin devamı için eşleşirler. Sonra dişiler, bu kestikleri çiçek yapraklarını bazen 100 metre uzaklıktaki yuvalarına götürürler. Bu parçaları kendileri yemek veya larvalarını beslemek için değil, yuvalarını kaplamak için kullanırlar. Yuva bitinceye kadar, aynı çiçekten 20-40 kadar çiçek parçasını keserek taşımak mecburiyetindedir. Bu çiçeğin kendisine gerekli olduğunu ve bu çiçek yapraklarındaki kendisine faydalı maddeleri arıya öğreten ve uygun davranışlarla o çiçeğe yönelten, hem arıyı hem de çiçeği bilen birisi olmadan, acaba bu âciz ve zayıf arı, bu işlerin altından kalkabilir miydi?
SADECE BİR YUMURTA İÇİN BU KADAR EMEK
Yukardaki resimde dişi arının ağzında top hâline getirilmiş bir gelincik çiçeği yaprağı vardır. Bu yaprak topu ile uçarak yuvasına gelen dişi, bu topu yuvanın girişine bırakır. 3–4 cm derinlikte olan ve balçıklı topraktan inşa ettiği yuva tünelinin sonunda da kuluçka odası bulunur. 1,5 cm çapında olan bu kuluçka odasını yapraklarla kaplama işi bitince, odanın 2/3’üne değişik bitkilerin nektar ve polenlerini koyar. Arı topladığı bu nektar pastası üzerine sadece bir yumurta bırakır. Bu çiçeğin yapraklarının koruyucu bir özelliğinin olduğu ve bu özellikten dolayı besinlerin bozulmasını önleyip, larvaları (yavruları) koruduğu düşünülmektedir. İnsanoğlu düşünedursun, bu bilgileri arı çoktan ilmin asıl sahibinden almış olup, hayata atıldığından itibaren uygulamaktadır.
DİŞİ HER ZAMAN ÇOK TİTİZ:
1923’de Prof. M. Friese “Avrupalı Arı” adlı kitabında gelincik arısı hakkında bazı bilgiler vermektedir. Fakat M. Friese, sadece arının ayağıyla yaprağı aldığını kaydetmiştir. Hâlbuki arı, yaprağı ağzıyla taşımaktadır. Bu arı titiz olmayı da hiçbir zaman ihmal etmiyor. Rüzgâr yeşil bir yaprağı yuvasının girişine getirse, hemen yaprağı oradan uzaklaştırarak yuvanın girişini temizliyor. Ayrıca kuluçka yeri bitip yumurta bırakıldıktan sonra da taze yaprak parçalarıyla, tabaka tabaka kuluçka odasını kaplıyor. Bundan sonra gelincik arısı için iki yol vardır: Ya ikinci bir kuluçka odası yapmaya başlar veya çok usta bir komando gibi arâzi kamuflajı yaparak yuvayı kum ile kapar ve ayaklarıyla kumu yuvanın üzerinden süpürerek hiçbir şey olmamış hissini verir. Böylece kimse yuvayı bulamaz ve yumurtalarına zarar veremez.
Kaynaklar
- S. Sutton-Vane. The Story of Eyes. Phoenix House 1960, London.
- Karl von Frisch. Bees: Their Vision, Chemical Senses, and Language. Cornell University Press 1971, New York
- Wikipedia Free Encylopedia,
- Softpedia Free Encylopedia
Duvarcı Arılar
Kur’an-ı Kerim'de, ilhâma mazhar bir hayvan olarak zikredilen ve bir süreye (Nahl) ad olan arıların hayatı, bilinen ve hâlâ keşfedilmeyi bekleyen yanlarıyla mânidârdır. Çok büyük bir böcek grubu olan anlar içinde, “duvarcı aralar” olarak anılan bir cinse ait “gelincik arısı” türü bizim bildiğimiz cemaat hâlinde yaşayan bal arılarından farklı olarak tek başına yaşar. Gelincik çiçeğiyle beslenir ve yine bu çiçeğin yapraklarından kendine yuva yapar. Hayatı için gerekli herşeyi Yaratan’ın kendisine ilhâm ettiği bu hayvanın ürettiği birçok şeyi, insan henüz yapamamaktadır.
GELİNCİĞE DÜŞKÜN ARILAR:
Bal arılarının bir akrabası olan resimdeki arı, bal arılarından daha büyüktür. Gelinciklerin bol olduğu yerlerde yaşadığından dolayı, “gelincik arısı” adını almıştır. Bu arılara yaptığı iş yüzünden “duvarcı arılar” da denildiği olur. Bal arılarının ve diğer bazı arı türlerinin aksine bu hayvanlar büyük gruplar halinde değil, yalnız başlarına yaşarlar. Roland Günther adlı tabiat fotoğrafçısı, bu hayvanlar hakkında ilk fotoğraflı dokümanları çıkarmış ve bu harikulade hayvanın hayat tarzını araştırmıştır.
ÇOCUK ODASI İÇİN ÇİÇEK YAPRAKLARI
Gelincik arısının dişileri sert ve keskin çeneleriyle, tırnak büyüklüğünde gelincik çiçeği yapraklarını 4–8 saniye içinde keserler. Dişiler bu işle meşgul olurken, erkekler devriye gezerek dişileri arar ve nesillerinin devamı için eşleşirler. Sonra dişiler, bu kestikleri çiçek yapraklarını bazen 100 metre uzaklıktaki yuvalarına götürürler. Bu parçaları kendileri yemek veya larvalarını beslemek için değil, yuvalarını kaplamak için kullanırlar. Yuva bitinceye kadar, aynı çiçekten 20-40 kadar çiçek parçasını keserek taşımak mecburiyetindedir. Bu çiçeğin kendisine gerekli olduğunu ve bu çiçek yapraklarındaki kendisine faydalı maddeleri arıya öğreten ve uygun davranışlarla o çiçeğe yönelten, hem arıyı hem de çiçeği bilen birisi olmadan, acaba bu âciz ve zayıf arı, bu işlerin altından kalkabilir miydi?
SADECE BİR YUMURTA İÇİN BU KADAR EMEK
Yukardaki resimde dişi arının ağzında top hâline getirilmiş bir gelincik çiçeği yaprağı vardır. Bu yaprak topu ile uçarak yuvasına gelen dişi, bu topu yuvanın girişine bırakır. 3–4 cm derinlikte olan ve balçıklı topraktan inşa ettiği yuva tünelinin sonunda da kuluçka odası bulunur. 1,5 cm çapında olan bu kuluçka odasını yapraklarla kaplama işi bitince, odanın 2/3’üne değişik bitkilerin nektar ve polenlerini koyar. Arı topladığı bu nektar pastası üzerine sadece bir yumurta bırakır. Bu çiçeğin yapraklarının koruyucu bir özelliğinin olduğu ve bu özellikten dolayı besinlerin bozulmasını önleyip, larvaları (yavruları) koruduğu düşünülmektedir. İnsanoğlu düşünedursun, bu bilgileri arı çoktan ilmin asıl sahibinden almış olup, hayata atıldığından itibaren uygulamaktadır.
DİŞİ HER ZAMAN ÇOK TİTİZ:
1923’de Prof. M. Friese “Avrupalı Arı” adlı kitabında gelincik arısı hakkında bazı bilgiler vermektedir. Fakat M. Friese, sadece arının ayağıyla yaprağı aldığını kaydetmiştir. Hâlbuki arı, yaprağı ağzıyla taşımaktadır. Bu arı titiz olmayı da hiçbir zaman ihmal etmiyor. Rüzgâr yeşil bir yaprağı yuvasının girişine getirse, hemen yaprağı oradan uzaklaştırarak yuvanın girişini temizliyor. Ayrıca kuluçka yeri bitip yumurta bırakıldıktan sonra da taze yaprak parçalarıyla, tabaka tabaka kuluçka odasını kaplıyor. Bundan sonra gelincik arısı için iki yol vardır: Ya ikinci bir kuluçka odası yapmaya başlar veya çok usta bir komando gibi arâzi kamuflajı yaparak yuvayı kum ile kapar ve ayaklarıyla kumu yuvanın üzerinden süpürerek hiçbir şey olmamış hissini verir. Böylece kimse yuvayı bulamaz ve yumurtalarına zarar veremez.