18 Temmuz 2011 Pazartesi

Hayvan Zekatı

SÂİME (KIRDA OTLAYAN HAYVANLAR) BABI

METİN
Sâime lügatta "otlayan hayvan" mânâsınadır. Şeriatda ise, sağmak ve döl yetiştirmek için senenim ekserisinde mübah otu otlamakla yetinen hayvandır. Mübah kaydını Şumunnî söylemiş «sağmak ve döl yetiştirmek için» kaydını da Zeylei zikretmiştir. Muhit sahibi yalnız erkek hayvanlara şâmil olsun diye «artmak ve semizlemek için» kaydını da ziyade etmiştir. Lâkin Bedâyi'de, «Hayvanı et için otlatırsa onda zekât yoktur. Nitekim yük taşımak ve binmek için otlattığı hayvanda dahi zekat yoktur. Ticaret için olursa o hayvanda ticaret zekâtı vardır» denilmiştir. İhtimal metin yazanların bunu bırakması her iki hükmü açıkladıklarındandır
İZAH
Musannıf «Mübah otu otlatmakla yetinen hayvandır.» diyerek, sözü mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh hem ehli hayvana hem vahşiye şâmildir. Yalnız vahşi hayvanın anası ehli olmalıdır. Meselâ; anası koyun, babası geyik; anası ehli babası vahşi sığır ise, bu hayvanlarda zekât vâciptir. Bize göre bunlarla nisap da tamamlanır. Şâfiî buna muhaliftir. Bedâyi. Mübah kaydını Şumunnî söylemiştir. Bahır ve Nehir'de; «Bu kayıt mutlaka lâzımdır, çünkü ot kelimesi mübah olmayan ota da şâmildir. Onu otlamakla hayvan sâime olmaz.» denilmiştir. Lakin Makdisî; «Bu söz götürür» demiştir.
Ben derim ki: İhtimal Makdisî'nin itirazının vechi, İmam Ahmed'in rivayet ettiği «Müslümanlar üç şeyde ortaktır; bu üç şey su, ot ve ateştir.» hadisidir. Yani ot başkasının mülkü bile olsa onu otlatmak mübahtır. Nitekim sulama babında inşallah gelecektir. .
«Muhit sahibi artmak ve semizlemek için» kaydını da ziyade etmiştir. Bu kayıt yalnız erkek hayvanlara şâmil olsun diyedir. Çünkü sağmak ve döl yetiştirmek onlarda tasavvur edilemez. T. Bedâyi sahibi, Muhit'in semizliği itibara almasına itiraz etmiştir. Kendisine şöyle cevap verilir: «Muhit sahibinin muradı et için değil, kışın soğuktan ölmemek gibi başka bir sebeple hayvanı semizletmektir. Binaenaleyh Bedâyi ile Muhit'in sözleri arasında çelişki yoktur. H. Yahut ikisinin sözleri, rivayetlerin veya ulemanın muhtelif olmasına hamledilir. T. Rahmetî kesinlikle buna kaildir.
Ben derim ki: Bedâyi'nin ibaresi şöyledir: «Kırda otlayan hayvanın nisabı için bir takım sıfatlar vardır. Bunlardan biri, otlatmanın sağmak ve döl olmak için olmasıdır. Zira evvelce beyan ettik ki zekat malı, üreyen maldır. Hayvanda üreme otlatmakla hasıl olur; zira nesil bundan hâsıl olur ve mal ürer. Hayvan, yük taşımak, binmek veya et için kırda otlatılırsa onun zekâtı yoktur.» Görülüyor ki Bedâyi sahibi, otlayan hayvanda zekât vâcip olmasını, üremeye bağlamıştır. Şu halde bu söz, semizletmek için otlatılan hayvana da şâmildir. Çünkü semizlik onda bir ziyadeliktir. Sonra bunun üzerine yük taşımak, binmek veya et almak için kırda otlatmak meselesini tefri edince anlaşılıyor ki et kelimesinden semizliği kastetmemiştir. Aksi halde sözü çelişkili olurdu; zira et fazlalıktır. Bu meseleyi hiçbir kimse başka bir rivayet üzerine bina edilmiş zannedemez. Çünkü kendisi bir sözü anlatmak sadedindedir. Binaenaleyh etten yemeyi kastettiği taayyün eder. Yani hayvanı, etini yemek ve misafirlerine yedirmek için otlatarak beslerse zekât yoktur ve yük taşımak, binmek için otlatmış gibi olur. Çünkü otlatmaktan ziyadeyi ve artmayı kastetmek zaruridir. Benim anladığımbudur.
Sonra' Mi'rac'da söyle denildiğini gördüm: «Bir kimse ticaret için aldığı koyunları et için tahsise niyet eder de her gün bir koyun keserse yahut otlak hayvanını yük için tahsise niyet ederse, İmam Muhammed'e göre bu hayvanlar (niyetine göre) et ve yük hayvanı olurlar.» Allah'u âlem. Yük taşımak ve binmek için kırda otlatılan hayvanlara zekât düşmemesi, giyilen elbise ve hizmette kullanılan köle gibi olduklarındandır.
Musannıfın, Zeyleî ile Muhit sahibine uyarak sâimenin tarifine yaptığı ziyadeyi metin sahipleri terk etmişlerdir. Çünkü onlar her iki hükmü (yani hem hayvana da şamil olan eşya ile ticarete niyet etmenin, hem de yük taşımak ve binmek için otlatmanın hükümlerini) açıklamışlardır. Ticaret meselesinde zekât farzdır, Yük ve binek için otlatma meselesinde zekât yoktur. Şu halde onların; «Sâime, senenin ekserisinde otlamakla yetinen hayvandır.» diye yaptıkları tarife "bu tarih umumidir" diye itiraz edilemez. Bunu Bahır sahibi söylemiştir ki hâsılı şudur: Zeyleî ile Muhit'in zikrettiği iki kayıt, zikrettiğimiz açıklama karinesiyle, tarifte dikkate alınmışlardır. Binaenaleyh tarif; ehassı eamla (özeli genel ile) tarif kabilinden değildir. şu da var ki bir şeyi eam ile tarif, ancak son mantık ulemasına göre caiz değildir. Yoksa eski mantıkçılarla lügat ulemasına göre caizdir. Nehir sahibinin itirazı bu suretle defedilmiş olur. O şöyle demiştir: "Bu tarif tam değildir. Çünkü eamla tarif caiz olamaz. Tarifi bu şekilde yaptıktan sonra iki hükmü zikretmek de fayda vermez," Düşün!
METİN
Hayvanları senenin yarısında alafla beslerse, bu hayvanlar sâime olamaz. Onlara zekât da yoktur. Çünkü mucibinde şüphe vardır. Hayvanları otlak hayvanı yapmakla, ticaret zekâtının senesi bâtıl olur. Çünkü otlak hayvanlarının zekâtıyla ticaret hayvanlarının zekâtı miktar ve sebep itibarıyla başka başkadır. Binaenaleyh birinin senesi diğerinin senesi üzerine bina edilemez. Hayvanları ticaret için satın alır da sonra sâime yaparsa, senenin başı, sâime yaptığı vakitten itibar edilir. Nitekim sâime olan hayvanları senenin ortasında veya seneden bir gün önce cinsi cinsine veya cinsinden başkası ile yahut para ile satar da elinde parası bulunmazsa; yahut eşya ile satar da o eşya ile ticarete niyet ederse, yeniden başka bir sene hesap eder. Cevhere. Yine Cevhere'de bildirildiğine göre, vakfın otlak hayvanlarında ve AIIah yolunda sebil yapılmış atlarda zekât yoktur. Çünkü bunların sahibi yoktur. Keza kör ve ayakları kesik hayvanlarda da zekât yoktur, çünkü bunlar sâime değildir.
İZAH
«Çünkü mucibinde şüphe vardır» sözünden murad, sâime olmasında şüphe vardır, demektir. Zira vücubuna sebep olması için sâime olmak şarttır. Fethu'l-Kadîr'de şöyle denilmiştir: «Az alafla, hükmü icabeden "otlak hayvanı" ismi, ortadan kalkmaz. Nisbeten, mukabili daha çok olursa, alaf az olur. Yarıya nisbetle, yarı çok değildir. Bir de icabın sebebi sabit midir değil midir? Bunda şüphe «Çünkü otlak hayvanlarının zekâtıyla ticaret hayvanlarının zekâtı miktar ve sebep itibarıyla başka başkadır.» Ticaret malında miktar, onda birin dörtte biridir (yani kırkta biridir). Otlak hayvanlarında ise miktar aşağıda beyan edilecektir. Her ikisinde sebep, "üreyen mal"dır. Lâkin ticaret malında ticarete; otlak hayvanında sût ve yavruya niyet etmek şartıyladır. Hakikatte bunlar miktar ve şartta başka başkadırlar. Lakin sebep olmak, ancak bunları şart koşmakla tamam olduğundan, şârih onu sebebin ihtilafı saymıştır.
«Nitekim sâime olan hayvanları senenin ortasında satarsa ilh.» diye kayıtlaması, ticaret eşyası birbiriyle değişilirse, sene bozulmadığı içindir.
Ben derim ki: Bize göre gümüş ve altın paralar da eşya gibidir. Şâfiî buna muhaliftir. Onun kavline kıyasen sarrafa zekât icabetmemek gerekir. Bedâyi'de de böyle denilmiştir.
«Senenin ortası» sözünü sene esnasında mânâsına almak daha faydalıdır. Çünkü sene esnası, başı ile sonunun arasındaki müphem cüz dür. Orta kelimesi, iki taraftan aynı uzaklıkta bulunan cüz, demektir ki senenin muayyen bir cüzüdür. Halbuki Şârih'in maksadı muayyen cüz değildir. H.
«Elinde parası bulunmazsa» zekâtını vermez. Fakat elinde nisap miktarı parası olursa, onu aldığı şeye katarak seneye yeniden başlamaksızın zekâtını verir. Bu hususta Cevhere'de şöyle denilmiştir: «Şayet hayvanları para ile yahut hayvanla satarsa, bilittifak cinsi cinsine katar. Yani parayı paraya hayvanı da hayvana katar.»
Allah yolunda sebil yapılan atlardan murad, üzerine gâziler binsin de Allah yolunda harp etsin diye vakıf veya vasiyet edilen atlardır. Bu tafsilât İmam-ı Âzam'a göredir. İmameyn'e göre atlarda mutlak surette zekât yoktur.
Zahîriyye'de kör hayvanlar hakkında iki rivayet nakledilmiştir. İmameyn'e göre bunlarda zekât vâciptir. Nitekim içlerinde kör bulunan hayvanlara zekât vâciptir. Nehir. Bahır adlı eserde bundan sonraki bâbta kör hayvanların zekâtı verileceği kesinlikle bildirilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, bu hayvanların otlamakla yetindikleri tahakkuk ederse zekât lâzım; etmezse lâzım değildir. Buna delil: «Çünkü onlar sâime değildir» diye yapılan ta'lildir.

DEVENİN NİSÂBI

METİN
Devenin nisâbı beş tir ve 25 Acem veya Arap Devesi'ne kadar bir koyun alınır. Bu iki nisabın arasından bir şey alınmaz. Acem Devesi'ne buhtî derler. Bu deve iki hörgüçlü olup Buhtunassar'a mensuptur. Çünkü Arap develeriyle acem develerini ilk defa birleştiren Odur. Böyle iki deveden bir yavru doğmuş; ona buhtî adını vermiştir. Yirmi beş devede iki yaşına basmış bir yavru verilir ki buna binti mahâd derler. Binti mahâd, hâmile yavrusu, demektir. Ona bu ismin verilmesi ekseriyetle anası başka bir yavruya gebe olduğu içindir. Otuz altı deveden 45'e kadar bir binti leb'ûn. Bu üç yaşına basmış yavrudur. Binti lebûn, sütlü devenin yavrusu, mânâsına gelir. Ona bu ismin verilmesi ekseriyetle anasının başka yavru için sütü geldiğindendir. Kırk altı deveden 60'a kadar bir hikka verilir. Hikka, dört yaşına basmış yavrudur. Bu yavru, üzerine binilmeyi haketmiştir. (Hikka denilmesi de bundandır.) 61 deveden 75'e kadar bir cezea verilir. Cezea, beş yaşına basmış düvedir. Süt dişlerini attığı için ona bu isim verilmiştir. 76 deveden 90'a kadar iki binti lebûn, 91'den 120'ye kadar iki hikka verilir. Rasulullah (s.a.v.) ve Ebubekir (r.a.)ın mektupları bu şekilde dir.
İZAH
Musannıf, deveden mutlak olarak bahsetmiştir. Binaenaleyh deve sözü, erkek ve dişilere şâmildir. Anası ehlî olmak şartıyla. Velev ki babası vahşî olsun. Bu kelime, yavrulara da şâmildir. Yalnız hepsinin yavru olmaması şarttır. Nitekim Musannıf bunu söyleyecektir. Küçükler büyüklere tâbidir. Deve tâbiri, kör topal ve hasta olanlarına da şâmilse de, böyleleri zekât olarak alınmaz. Keza semiz ve zayıf olanlarına da şâmildir. Lâkin zayıflığı miktarınca bir koyun vermek icabeder. Beyanı, Bahır'dadır. Buhtanassar, mürekkep bir özel isimdir. Kâmus'da bu kelimenin buht ve nassar cüzlerinden meydana geldiği, buht oğul, nassar da put mânâsını ifade ettiği bildirilmiştir. Bu adam putun yanında bulunmuş; babası bilinmediği için puta nisbet edilmiştir. Kudüs'ü harap eden O dur. Koyun tabiri de erkek ve dişisine şâmildir. Bahır,
Şurunbulâliye'de Hocendî'nin şöyle dediği rivayet olunmuştur: «Zekâtta koyundan ancak iki yaşında veya daha yukarı olanları kabul edilir. Altı aylık kuzudan zekât olmaz. Velev ki kurbanlık caiz olsun.» Musannıf'ın binti mahâd diyerek dişi yavru verileceğini kaydetmesi, erkek yavruların zekât da ancak kıymet yoluyla verilebileceği içindir. Nitekim gelecektir. Alınan hayvan orta olacaktır. Bu da koyunun zekâtı bâbında görülecektir. Musannıf binti mahâd ve binti lebûn tabirlerinden, yaşı kasdettiğine işarette bulunmuştur. Maksat anasının hâmile veya sütlü olması değildir. Bu kayıtlar, şart değil, âdete binaen söylemiştir.
«Bu üç yaşına basmış yavrudur» ifadesinden murad, velev ki bir gün gibi az bir zaman olsun, demektir. Binaenaleyh bu söz Kuhistânî'nin "Binti lebûn iki senelik yavrudur» ifadesine aykırı değildir. Bunu Tahtavî söylemiştir. Umumiyetle kitaplarda Rasulullah (s.a.v.)'in zekât meselesini, Hz. Ebubekir'e yazdığı bildirilmektedir. Yani yazılar ona vâsıl olmuştur. Fetih'de Zuhrî'nin rivayetinden nakledildiğine göre Peygamber (s.a.v.) zekâtı yazmış fakat vefatına kadar onu memurlarına çıkarmamıştır. Onun vefatından sonra bunu Ebubekir (r.a.) meydana çıkarmış, vefatına kadarbununla amel etmiştir. Sonra Hz. Ömer dahi aynı şekilde hareket etmiştir.
Ben derim ki: Şârih'in bu cümleyi sözün sonuna bırakmayıp burada zikretmesi, rivayetlerin muhtelif olmasına bakarak meselede ihtilâf edildiği içindir. Rivayetler yüz elli deveden sonraki develerin zekâtı hakkında muhteliftir. Nitekim şârih "bize göre" diyerek buna işaret etmiştir. Yüz elliden aşağısında hilâf yoktur. Yalnız Hz. Ali'den; "Yirmi beş devede beş koyun verilir" dediği rivayet olunmuştur. Sözün tamamı Zeyleî'dedir.
METİN
Sonra bize göre bu farz yeniden başlar ve her beş devede iki hıkka ile beraber bir koyun alınır. Sonra her 145 devede bir binti mahâd ile iki hıkka, sonra her 150'de üç hıkka alınır. Yüz elliden sonra farz yine yeniden başlar ve her beş devede bir koyunla üç hıkka; sonra her 25'te bir binti mahâd ile üç hıkka; sonra 36'da hıkkalarla birlikte bir binti lebûn; sonra 196'dan 200 deveye kadar dört hıkka alınır, 200'den sonra ebediyyen 150'den sonraki 50'de olduğu gibi farz yeniden başlar ve her 50 devede bir hıkka vermek icabeder. Erkek develer ancak dişilerinin kıymeti hesabıyla zekât yerine geçerler. Sığır ve koyun bunun hilâfınadır. Bunlarda mal sahibi muhayyerdir.
İZAH
«Sonra bize göre bu farz yeniden başlar.» İmam Şâfiî ile İmam Ahmed, «Develer 120'den bir fazla olurlarsa 130'a kadar üç binti lebûn, 130'da bir hıkka ile iki binti lebûn verilir. Sonra her 40 devede bir binti lebûn ve her 50'de bir hıkka verilir.» demişlerdir. İmam Mâlik'ten iki kavil rivayet olunmuştur. Bunların biri bizim mezhebimiz gibi, diğeri Şâfiî'nin mezhebi gibidir. İsmail.
«Sonra her 145 devede bir binti mahâd ile iki hıkka alınır.» En doğrusu buradaki "her" kelimesini anmamaktır. Tâ ki musannıfın sözû Mınah. Dürer ve diğer kitapların ifadelerine uysun. Bir de "her" kelimesi, bu sayı tekrarlanırsa zekâtın vücubu da iki defa tekrarlanacağını; üç defa tekrarlanırsa vücubun da üç defa tekrarlanacağı zannını vermektedir. Halbuki maksat bu değildir. İki hıkka 120 devede bir binti mahâd ise, onun üzerine geçen 25'te verilir. "Her" kelimesini bundan sonraki cümlelerden de atmak en doğru bir hareket olur.
«Sonra 196'dan 200 deveye kadar dört hıkka alınır.» Bunların üçü 150 devede vâcip olur. Dördüncüsü, bunun üzerine geçen 46 deve içindir. Burada ikinci yeni başlamanın hükmü sona erer ve cezea vermek icabetmez. Develer 200 olunca sahibi muhayyerdir. isterse her 50 deve karşılığında bir hıkka vermek suretiyle dört hıkka; dilerse her 40 deveye bir binti lebûn olmak üzere beş binti lebûn verir. Nitekim Muhit, Mebsût ve Hâniyye'de de böyle denilmiştir. İsmail.
«Yüz elliden sonraki 50'de olduğu gibi farz yeniden başlar.» Şârih bu kaydı birinci başlamadan, yani 120'den sonraki yeni başlamadan ihtiraz için koymuştur. Çünkü orada binti lebûn vermek icabetmediği gibi dört hıkka vermek de icabetmez. Çünkü bunların nisabı yoktur. 120'nin üzerîne 25 artınca, develerin hepsinin nisabı 145 olur ki bu nisap iki hıkka ile bir binti mahazın nisabıdır. Develer beş sayı daha artarak 150 olunca üç hıkka vermek icabeder. Dürer.
«Ve her 50 devede bir hıkka vermek icabeder.» Sadrüşşeria ile Dürer'de dahi böyle denilmiştir. Maksat Nihâye'de olduğu gibi, 50'ye kadar her 46 devede bir hıkka verilir, demektir. Bahır'da şöyle deniliyor: «Develer 200'ün üzerine beş koyun artarsa, bunlar için dört hıkka ile bir koyun yahut beş binti lebûnla bir koyun verilir. On koyun fazla olursa dört hıkka ile iki koyun; 15 koyun fazla olursa dört hıkka ile üç koyun; 20 fazla olursa dört hıkka ile dört koyun verilir. Develer 228 olunca bunların zekâtı 236'ya kadar dört hıkka ile bir binti mahaddır. 236'dan 246'ya kadar dört hıkka ile bir benti lebûn; 246'dan 250'ye kadar beş hıkka verilir. Sonra yine böylece yeniden başlanır ve 296'dan 300'e kadar altı hıkka verilir ve bu şekilde devam edilir.» «Sığır ve koyunda mal sahibi muhayyerdir.» Çünkü bu iki cinste erkekle dişilerin birbiri üzerine üstünlüğü yoktur. T.

SIĞIRIN ZEKÂTI

METİN
(Sığırın Arapçası "bakardır".) Bu kelime, "yarmak" mânâsına gelen "bakr"dan alınmıştır. Sığır yeri yardığı için ona bu isim verilmiştir. Nitekim öküze de sevr denilmesi, yeri sürdüğü içindir. Bakarın müfredi bakaradır. Sığır ve mandanın nisabı müşterek olmayan 30 sâime (yani kırda otlamakla geçinen) olmasıdır. Velev ki anası ehlî, babası vahşî olsun: Aksi bunun hilafına olduğu gibi, yabani sığır, yabani koyun ve başkaları dahi bunun hilâfınadır. Çünkü böyleleri nisaba sayılmaz. Otuz sığırda tam bir yaşında bir dana yahut bir yaşında bir düve verilir. Kırk sığırda iki yaşını bitirmiş bir dana veya düve; 40'tan yukarı olurlarsa hesabına göre zekâtları verilir. İmam-ı Âzam'dan zûhir rivayet budur: ondan diğer bir rivayete göre 40'tan yukarı 60'a kadar bir şey verilmez. 60'ta 30'un iki misli verilir. İmameyn'in ve Eimme-i Selâse'nin kavilleri budur, fetva da buna göredir. Bunu Bahır sahibi Yenâbî'den ve Tashi-i Kudûri'den nakletmiştir. Bundan sonra her 30 sığırda bir yaşında bir dana ve her 40'ta iki yaşında bir düve verilir. Meğer ki her iki cins iç içe girmiş ola. Nitekim sığırlar 120 olunca hal böyledir. Bu takdirde sahibi birer yaşında dört dana ile ikişer yaşında üç düve vermek arasında muhayyer bırakılır ve hüküm böylece devam eder.
İZAH
Musannıf'ın sığırı koyundan önce zikretmesi, büyüklükte deveye yakın olduğu içindir. Hattâ "bedene" tabiri hem deveye hem sığıra şâmildir. Bahır. Manda sığırın bir çeşididir. Zekât kurban ve ribada sığır gibidir. Sığırın nisabı onunla ikmal edilir. İki cinsin zekâtı çok olanından alınır. Hepsi müsavi iseler en aşağının üstü ve en yukarısının altı (yani ortası) alınır. Arap ve Acem develeriyle koyun ve keçide dahi hüküm budur. ibn-i Melek.
«Aksi bunun hilâfınadır.» Yani babası ehlî, anası vahşî olan sığırın hükmü başkadır. Çünkü muteber olan anadır. Böylesi nisaba dahil olmaz. Zira mülhaktır. Ama hapsedilmek böyle değildir. Meselâ yaban eşeği hapsedilerek aramızdaki eşeklere alışsa, ehlî eşek hükmüne mülhak olmaz. Onun etini yemek yine helaldir. Bahır. Sığırların sayısı 30 olunca erkek olsunlar dişi olsunlar, onlar için tam bir yaşını bitirmiş bir dana verilir. Mandaların hükmüde böyledir. Nitekim Bercendî'de beyan edilmiştir. Alafla beslenen sığır ve mandalara zekât yoktur. Meğer ki ticaret için beslenmiş olsunlar. Bu takdirde onlar hakkında muteber olan, sayı değil kıymettir. Şârih'in "müşterek olmayan" kaydını koyması, hayvanlar iki kişi arasında müşterek olurlarsa, her birinin hissesi nisap miktarından az olacağı için zekât lâzım gelmediğindendir. Velev ki, ortaklık caiz olsun. Nitekim malın zekâtı bâbında gelecektir. Musannıfın "30 sığırda bir yaşında bir dana verilir" diyerek erkek danayı zikretmesi, devede olduğu gibi burada da zekât hâssaten dişilerden alınacağı sanılmasın diyedir.
«Tam bir yaşında» diye kayıtlaması, başka âlimlerin «ikiye basmış bir dana verilir» sözlerine uygun düşsün diyedir. Zira hayvan seneyi tamamladı mı iki yaşına basması lâzım gelir. Binaenaleyh bu iki nevi ifade arasında muhalefet yoktur. Bunu Şeyh İsmail söylemiştir.
«Hesabına göre zekâtları verilir» ifadesinden murad, bunlar affedilmez; bilâkis 60'a kadar hesapedilir, demektir ve 40'tan bir fazla olan sığırda iki yaşındaki bir düvenin onda birinin dörtte biri;.40'tan iki fazla olan sığırlarda iki yaşındaki bir düvenin onda birinin yarısı verilir. Dürer.
Şârih «Bunu Bahır sahibi Yenâbî'den ve Tashih-i Kudûrî'den nakletmiştir.» demiş; Bahır sahibi de İsbicabî ile Tashîh-i Kudûrî'ye nisbet etmiştir. Ama Onda Yenâbî'den bahsedilmemiştir. Nehir'de en doğru kavlin bu olduğu bildirilmiş Cevâmiu'l-Fıkıh'ta «muhtar olan îmameyn'in kavlidir» denilmiştir. Yenâbî ve İsbicâbî'de dahi «fetva bunun üzerinedir» denilmektedir.
"Bundan sonra her 30 sığırda bir yaşında bir dana verilir İlh..." Yani her on sığırda farz olan zekât miktarı değişir. Yetmiş sığırda bir yaşında bir dana ile iki yaşında bir düve; 80'de ikişer yaşında iki düve, 90'da birer yaşında üç dana, 100'de iki dana ile bir düve verilir. 30'larda 40'larda hesap, ulemanın söylediklerine göre yapılır. Bunu Kuhistânî den naklen Tahtâvî söylemiştir. Her iki cinsin iç içe girmesinden murad, bir yaşındaki danalarla iki yaşındaki düvelerdir. Sayıya göre zekâtı hem danalardan hem düvelerden vermek sahih olursa, bunlar iç içe girmiş sayılır. T.
«Ve hüküm böylece devam eder» de 240 sığırda birer yaşında sekiz dana yahut ikişer yaşında altı düve yerilir.

KOYUNUN ZEKÂTI

METİN
Koyunun Arapçası "ganem" olup ganîmetten müştaktır. Çünkü koyunun kendisini müdafaa edecek aleti yoktur. Bu sebeple o, her isteyen için bir ganîmettir. Koyun ve keçinin nisabı kırk dır. Zira nisabı tamamlamakta kurban ve ribada koyunla keçi müsavidir. Ama vâcip olanı eda etmekte ve yeminlerde birbirine müsavi değildirler. Kırk koyunda zekât olarak bir koyun verilir; bu erkek ve dişilere şâmildir. 121 koyunda iki, 201'de üç, 400'de dört koyun verilir. Her iki nisap arası affedilmiştir. Koyun sayısı 400'ü bulduktan sonra nihayetsiz olarak her 100 koyunda bir koyun verilir. Koyunun zekâtı için koyun ve keçiden bir seniy alınır. Seniy bir yaşını tamamlayan kuzu veya oğlaktır. Ceza' alınmaz, o ancak kıymeti hesabıyla alınır. Zahire göre ceza' senenin ekserisini geçirmiş fakat henüz doldurmamış olan kuzu ve oğlaktır. İmam-ı Âzam'dan bir rivayete göre koyundan bir ceza' vermek caizdir. İmameyn'in kavli de budur. Delil bu kavli tercih ettirmektir.,Bunu Kemal söylemiştir. Sığırdan seniy iki senelik erkek dana; deveden seniy beş senelik danadır. Sığırdan ceza' bir senelik dana, deveden ceza' ise dört senelik danadır.
İZAH
"Ganem" kelimesi, koyun mânâsına bir cins ismidir. Aynı kelimeden müfredi yoktur. Müfredi için Araplar şât kelimesini kullanırlar. Kâmus'da, «Şat, erkek olsun, dişi olsun ganem kelimesinin müfredidir. Koyundan, keçiden, geyikten, sığırdan, deveden, yaban eşeğinden ve kadından olur; cem'i şâ', şiyâh ve şivâh gelir.» denilmiştir. Sibeveyh'in sahih olan mezhebine göre koyunla keçi kelimeleri birer cins isim olup aza, çoğa, erkeğe,' dişiye şâmildirler. Koyun yapağılı, keçi ise kıllı hayvanlardandır. Kuhistânî. T.
Koyunun boynuzunun bulunması, «müdafaa aleti yoktur» sözüne aykırı değildir. Çünkü boynuzu müdafaa için işe yaramaz. T. Koyunların sayısı nisabı doldurmaz da, nisabı dolduracak kadar keçisi bulunursa, yahut bunun aksi olursa, zekât vermesi icap eder. Keza keçinin nisabı tam olursa yine zekât vermesi icap eder. Kurbanlık, her iki cinsten caizdir; ancak cezea'dan kurban olur ise de zekât için aldığı cezaa'da, aşağıda gelecek hilâf vardır. Riba meselesinde dahi koyunla keçi müsavidirler. Binaenaleyh biri fazla olmak şartıyla keçi etini verip koyun etini almak caiz değildir. Ama vâcibi eda hususunda birbirlerine müsavi olamazlar; çünkü nisap koyundansa zekât koyun olarak alındığı gibi, keçidense keçiden alınır. Nisap ikisinin mecmûundan ise zekât çok olandan alınır. Her ikisi müsavi iseler hangisinden dilerse ondan verir. Cevhere. Yani en iyisinin aşağısındakini yahut en kötüsünün üstündekini verir. Nitekim geçen bâbda izah etmiştik. Koyunla keçi yeminlerde de birbirlerine müsavi değildirler. Çünkü bir kimse koyun eti yemeyeceğine yemin eder de keçi eti yerse yemini bozulmaz. Çünkü örf vardır. H. Yani örf de koyun başka keçi başkadır.
«Her iki nisabın arası affedilmiştir.» Mesela 40'tan fazla olan koyunlar 120'ye ulaşmadıkça zekâtları verilmez. Yalnız bunun için, koyunların bir kişinin malı olması şarttır. Üç kişinin arasında ortak olurlarsa, her birinin birer koyun vermesi icabeder. Bahır'da şöyle denilmektedir: «Koyunlar birkişinin olursa, zekât memurunun onları 40'ar 40'ar ayırarak üç koyun almaya hakkı yoktur. Zira sahipleri bir olduğuna göre koyunların hepsi bir nisap teşkil eder. İki kişinin ortak olarak 40 koyunu bulunsa ikisinin de zekât vermesi lâzım gelmez. Zekât memurunun koyunları bir araya toplayarak nisap yapmaya ve zekât almaya hakkı, yoktur. Çünkü her ikisinin mülkü nisaptan eksiktir.»
Seniy, bir seneyi tamamlayıp ikinci seneye basan koyun ve keçi yavrusudur. Hidâye ve diğer fıkıh kitaplarında böyle denilmiştir. Sıhâh, Muğrib ve diğer lügat kitaplarında ise, koyundan seniyyin, üçüncü seneye basan toklu olduğu bildirilmiştir. Bercendî'de de böyle denilmiştir. Onun için Zeyleî, «Bu, fukahanın tefsirine göredir. Lügat ulemasına göre ise seniy üç yaşına basan tokludur» demiştir. İsmail.
Cezaa', senenin yarısını geçmiş fakat henüz doldurmamış koyun ve keçi yavrusudur. Hidâye, Kâfi ve Dürer'de böyle denilmiştir. Bazıları sekiz aylık, diğer bazıları yedi aylık yavru mânâsına geldiğini söylemişlerdir. Aktâ'ın beyanına göre fukaha altı ayını tamamlayan yavruya cezea' derler. Bahır sahibi: «Zâhir olan da budur» demiştir. İmam-ı Azam'dan bir rivayete göre koyunun ceza'ından zekât vermek caizdir. Keçinin ceza'ından ise bilittifak caiz değildir. Keçiden ancak seniy alınır. Bunu Hâniyye'den naklen Bahır sahibi kaydetmiştir. Kemal'in söylediğini Nehir sahibi tasdik etmiş; lâkin, Bahır sahibi ile başkaları zâhir rivayeti kesinlikle benimsemişlerdir. El-İhtiyâr adlı eserde, «Sahih olan kavil budur» denilmektedir. Zâhire bakılırsa fukahaya göre koyunla keçinin ceza'ı arasında fark yoktur.
METİN
İmameyn'e göre kırda otlamakla yetinen atlara zekât yoktur. Fetva buna göredir. Hâniyye ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir. Sonra acaba İmam-ı Âzam'a göre atların muayyen bir nisabı var mıdır? Esah kavle göre yoktur. Çünkü nisap takdirine dair bir nakil bulunmamıştır. Kırda otlamakla yetinen ve ticaret için olmayan katır ve eşeklerde bilittifâk zekât yoktur. Ticaret için olurlarsa zekât lâzım geleceğinde ise söz yoktur. Zira eşyadan sayılırlar. Çalışan atlarda ve ticaret için olmadıkça alafla beslenenlerde dahi zekât yoktur. Bir yaşını doldurmamış kuzularda, buzağı ve deve yavrularında zekât yoktur. Bu meselenin sureti, büyükler ölerek, senenin, yavruların üzerine tamam olmasıdır. Küçükler ancak büyüklere tâbi olarak zekâta dahil olurlar, velev ki büyük bir tane olsun. Bu büyük nâkıs bile olsa onu vermek vâcip olur. İyi olursa ortasını vermek lâzım gelir. Büyük hayvanın helâk olması zekâtı ıskat eder. Farz yerine geçen hayvan birkaç olursa, yalnız büyük hayvanları vermek vâcip olur; küçüklerden nisap tamamlanmaz. İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir.
İZAH
İmameyn'e göre atlara zekât yoktur. Delilleri, Kütüb'ü-Sitte'deki şu hadistir: «Müslümana, kölesi ile atı için zekât yoktur.» Müslim'in bir rivayetinde, «Ancak sadakayı fıtır vardır» ziyadesi mevcuttur. İmam-ı Âzam'a göre atlar, üretip çoğaltmak için olur da, dişi ve erkek karışık bulunurlarsa, üzerlerinden sene geçtiği takdirde zekât vâcip olur. Şu kadar var ki bu hayvanlar Arap atı iseler, sahipleri her at için bir dinar (altın) vermekle hayvana kıymet biçerek her ikiyüz dirhem için beş dirhem gümüş vermek arasında muhayyer bırakılır. Hayvanlar Arap atı değillerse, muhayyer olmayıp yalnız kıymet biçer. Atlar yalnız erkek veya dişilerden ibaret olursa, bu hususta İmam-ı Âzam'dan iki rivayet vardır: Bunların meşhur olanına göre zekât vâcip değildir. Muhit'de böyle denilmiştir. Fetih'te ise: «Muhtar kavle göre erkeklerde zekât yok, dişilerde vardır.» denilmiştir. Atlar yük taşımak ve üzerine binmek için olur yahut alafla beslenirlerse zekât lâzım gelmediğinde ve hükümdarın zekâtı zorla alamayacağı hususunda imamlarımız ittifak etmişlerdir. Nehir.
Fetva İmameyn'in kavline göredir. Bu hususta Tahâvi, «Bizce iki kavlin en güzeli budur» demiş. Kadı Ebû Zeyd Esrar adlı eserinde bunu tercih etmiştir. Yenâbî'de «Fetva buna göredir» denildiği gibi; Cevahir'de dahi «Fetva İmameyn'in kavline göredir» denilmiştir. Kâfî'de «Fetva için muhtar olan bu kavildir» denilmiş; Zeylei ona tâbi olduğu gibi; Hulâsa'ya tebean Bezzâzi dahi ona uymuştur. Hâniyye'de, «Fetvanın İmameyn'in kavline göre olduğu söylenir. Bu, Allâme Kâsım'ın tashihidir.» denilmekte dir.
Ben derim ki: Kenz sahibi dahi kesinlikle buna kaildir. Lâkin Fethu'l-Kadir'de İmam-ı Âzam'ın kavli tercih edilmiş; İmameyn'in yukarıda geçen delillerine, «Bu hadisten murad, askerin atıdır» denilmiştir. Fetih sahibi bu meseleyi söz götürmez şekilde tahkik etmiş; İmam-ı Âzam için açık deliller getirmiştir. Onun için Fetih sahibinin tilmizi AIIâme Kasım; «Tuhfe adlı eserde sahih kavil İmam-ı Âzam'ın kavlidir, denildiği gibi; bunu îmam Sarahsî Mebsut'unda, Kudûrî Tecrid'de tercih etmişlerdir» demiş ve Hazreti İmamın deliline yapılacak itiraza cevap vermiştir. İmam-ı Âzam'ın kavlini Bedâyi' sahibi de tercih etmiş: Hidâye sahibi ise: «Bu kavil Tecrid'de, Mebsut'ta ve şeyhimizin şerhinde şehadet edildiğine göre huccet itibarıyla daha kuvvetlidir» demiştir.
«Esah kavle göre yoktur.» Bazıları; «nisap üç attır, diğer bazıları beş attır» demişlerdir. Kuhistânî.
«Ticaret için olmayan» kaydı, her üç cinse, yani at, eşek ve katırlara şâmildir. Çalışan atlardan murad, tarla sürmek, çiftlik işlerinde kullanmak, su taşımak gibi hususlarda çalıştırılanlardır. Dürer'de bunlara yük atları da katılmıştır. Bunlardan murad, sırtlarında yük taşınan atlardır. Musannıf herhalde çalışan atların yük taşıyanlara da şâmil olmasına bakarak, bunları ayrıca zikretmemiştir. Alafla beslenenler hakkında Bahır'da şöyle denilmiştir: «Kınye'den naklen beyan etmiştik ki bir kimsenin çalışan develeri olur da onlarla senede dört ay çalışır, kalanında merada otlatırsa, bu hayvanlara zekât düşmemek gerekir.» Şârih'in alafla beslenenleri Ticaret için olmamakla» kayıtlaması, çalışan hayvanlara ticaret niyetiyle beslense bile zekât düşmediği içindir. Nitekim Nehir'de böyle beyan edilmiştir. Yani bu hayvanlar haceti asliyye ile meşguldürler.
«Bu meselenin sureti» şudur: Bir kimsenin kırda otlayan büyük baş hayvanları bulunur ve nisap teşkil ederlerse, üzerlerinden meselâ altı ay geçtikten sonra yavru doğururlar da ölürlerse, bu suretle sene yavruların üzerine tamam oldukta, İmam-ı Azam'la İmam Muhammed'e göre bunlara zekât yoktur. Ebû Yusuf'a göre ise, onlardan birini vermek icabeder. Nisaptan murad, deveden 25, sığırdan 30, koyundan 40 baş olmaktır. 25 deveden aşağısında bilittifak zekat yoktur. Meselenintamamı İhtiyar adlı kitaptadır. Kuhistânî'de Tuhfe'den naklen, «Sahih olan kavil İmam-ı Âzam' la İmam Muhammed'in kavlidir» denilmiştir.
«Bu büyük nâkıs bile olsa onu vermek vâcip olur» ifadesinin yerine bazı nüshalarda «Bu bir hayvan iyi olmadıkça kendini vermek icabeder, iyi olursa orta bir hayvan vermek lâzım gelir.» denilmiştir ki bu daha güzeldir.
«Büyük hayvanın helâk olması zekâtı ıskat eder.» Yani sene dolduktan sonra büyük hayvan helâk olursa Tarafeyn'e göre zekât düşer. Ebû Yusuf'a göre 40'tan kalan 39 cüz'e zekât lâzımdır. İki kuzu ölür de büyüğü kalırsa 40 cüzden bir cüz alınır. Bedâyi.
Farz yerine gecen hayvanın birkaç olması şöyledir: Bir kimsenin iki tane ikişer yaşında danası ve 119 buzağısı bulunursa, bütün ulemanın kavline göre ikişer yaşındaki hayvanları vermek vâcip olur; ama bir tane iki senelik düvesi ve 120 buzağısı bulunursa, Tarafeyn'e göre bir tane iki senelik düve vermek icabeder. Ebû Yusuf onunla beraber bir de buzağı verileceğini söylemiştir: Şu izaha göre o kimsenin 59 buzağısı ve bir yaşını doldurmuş bir danası bulunursa, aynı hilafa göre halledilir. Bunu Gâyetü'l Beyan'dan naklen Nehir sahibi söylemiştir.
METİN
Affedilen miktarda zekât yoktur. Af miktarı, bütün mallarda nisapların arasıdır. İmameyn, bunu yalnız kırda otlayan hayvanlara tahsis etmişlerdir. Zekât farz olduktan ve memuruna vermekten imtina ettikten sonra helâk olursa, esah kavle göre o malın zekâtı vâcip değildir. Çünkü zekât zimmete değil aynın kendisine tealluk eder. Malın bir kısmı helak olursa, o kısmın zekâtı sakıt olur ve helâk olan kısım evvela af ve sonra gelecek nisaplara sıra ile hesabedilir. Sene geçtikten sonra helâk edilen mal bunun hilâfınadır. Çünkü bunda tecavüz vardır.
İZAH
İmam-ı Âzam'la Ebû Yusuf'a göre af miktarında zekât yoktur. Çünkü farz miktarı nisapdadır, afda değildir. İmam Muhammed'le Züfer'e göre ise farz her ikisindedir. Bu hilâfın eseri şurada kendini gösterir: Bir kimsenin dokuz devesi bulunur da sene geçtikten sonra dördü ölürse, birinci kavle göre zekâttan bir şey sâkıt olmaz. İkinciye göre bir koyunun dokuzda dördü miktarı sâkıt olur. Keza o kimsenin 120 koyunu olur da, bunlardan 80'i ölürse, ikinci kavle göre bu koyunlardan bir koyunun üçte ikisi miktarında zekât sâkıt olur. Meselenin tamamı Zeyleî'dedir. İmameyn af miktarını yalnız kırda otlamakla geçinen hayvanlara tahsis etmişlerdir. Onlara göre paralarda af yoktur. 200 dirhemden fazla olan parada, fazlalığın hesabına göre zekât farzdır. İmam-ı Âzam'a göre ise ziyade 40 dirhemi bulmadıkça af sayılır. Kırk dirhem olunca bir dirhem daha vermek icabeder. Nitekim gelecektir.
Zekât farz olduktan sonra mal helâk olursa, helâk olan malın nisabında zekât vermek vâcip olmaz; zekât sâkıt olur. Sahih kavle göre velev ki zekât memuru istedikten sonra vermeyip helâk olsun. Fetih'te beyan edildiğine göre fıkha en münasip olan kavil budur. Çünkü zekât sahibinin, malın aynını veya kıymetini vermek hususunda reyi muteberdir. Bu ise zaman ister.
«Ayn'ın kendisine taalluk eder.» Çünkü farz olan miktar nisabın bir cüz'üdür. Zekâtın mahalli olan nisap helâk olunca, vâcip de sâkıt olur.
«Helâk olan kısım evvela afva ilh... hesap edilir.»
Ben derim ki: Yani bir kimsenin elinde meselâ üç nisabı dolduran ve biraz artan mal bulunursa, bu malın bir kısmı helâk olduğu takdirde, helâk olan kısım evvela afva hesap edilir. Şayet helâk olan miktar af miktarıysa o kimsenin zekât borcu tam üç nisapda kalır. Helâk olan miktar af miktarından fazla ise, bundan sonraki nisaba yani üçüncü nisaba hesap edilir ve o kimse iki nisabın zekâtını verir. Helâk olan miktar üçüncü nisaptan fazla ise, fazlası ikinci nisaba hesap edilir. Böylece birinci nisapta iş sona erinceye kadar devam eder.
Yukarıdaki izahların muktezası şudur: Nisap eksildi mi onun hissesi zekâttan düşer. Kalan maldan, miktarınca zekâtını verir. Sonra bu kavil İmam-ı Âzam'ındır. Ebû Yusuf'a göre helâk olan miktar birinci afvdan sonra şâyi bir şekilde diğer nisaplara hesap edilir. İmam Muhammed'e göre ise hem afva hem nisaplara hesabedilir. Zira yukarıda geçtiği vecihle Ona göre zekât hem afva hem nisaba taalluk eder. Mültekâ'da ve Şârih'in Mültekâ şerhi'nde şöyle denilmektedir: «Sene dolduktan sonra seksen koyunun kırkı helâk olsa, İmam-ı Âzam'la Ebû Yusuf'a göre tam bir koyun zekât vermesi icabeder. İmam Muhammed'e göre ise yarım koyun vermesi lâzım gelir. Kırk deveden 15'i helâk olsa, bir binti mahad vermek icabeder. Zira yukarıda gördük ki İmam-ı Âzam helâk olan miktarı evvela afva sonra onun arkasından gelen nisaba; sonra onun arkasından gelene hesap etmektedir. İmam Ebû Yusuf'a göre ise bir binti mahadın 36 cüzünden 25 cüz verilir. Çünkü yukarıda görüldüğü üzere Ebû Yusuf birinci afvdan sonra helâkı nisaplara hesap etmektedir. İmam Muhammed'e göre ise üç yaşına basmış bir binti lebûn ile, onun sekizde birini vermesi icabeder. Çünkü gördük ki ona göre zekât hem nisâba hem afva taallûk eder. Bahır'da İmam Ebû Yusuf dan nakledilen zâhir rivayetin, İmam-ı Azam'ın kavli gibi olduğu bildirilmiştir.
«Sene geçtikten sonra istihlâk edilen mal bunun hilâfınadır.» Sene geçmeden istihlâk ederse şartı bulunmadığı için zekât da yoktur. Bir kimse bunu zekât vermek lâzım gelmesin diye yaparsa, meselâ otlak hayvanlarının nisabını başkalarıyla değiştirir, yahut o malı mülkünden çıkarır da sonra tekrar alırsa, İmam Ebû Yusuf bunun mekruh olmadığını söylemiştir. Çünkü bu, zekâtın farz olmasından kaçınmaktır. Başkasının hakkını iptal değildir. Muhit adlı eserde «Esah kavil budur» denilmiştir. imam Muhammed'e göre bu mekruhtur. Hamîdüddin Darir bu kavli ihtiyar etmiştir. Çünkü zekâtın vâcip olmasından kaçınmakta, fukaraya zarar ve gelecekte onların hakkını iptal vardır. Şuf'a vâcip olmadan önce onu defetmek için çare aramak hususundaki hilâf da böyledir. Bazıları şuf'a meselesinde fetvanın Ebû Yusuf kavline göre, zekâtda ise İmam Muhammed'in kavline göre olduğunu söylemişlerdir. Bu tafsilât güzeldir. Dürerü'l-Bihar Şerhi.
Ben derim ki: Musannıf Şuf'a bahsinde bu tafsilâta göre hareket etmiş, Şârih bu sözü orada Cevhere'ye nisbet ederek kabullenmiş, «Hac ve secde âyeti de zekât gibidir» demiştir.
METİN
Hayvanı ölünceye kadar alaf ve sudan mahrum etmek dahi istihlâk sayılır. Binaenaleyh öder. Bedâyi. ödünç ve emanet verdikten sonra malın helâk olması ve ticaret malını başka bir ticaret malıyla değiştirmek de helâk sayılır. Ticaret malından başka bir malla ve otlak hayvanını otlak hayvanıyla değiştirmek istihlâktır.
İZAH
Hayvanı aç susuz bırakarak ölümüne sebep olmak, istihlak sayılır.
Bu hususta Nehir sahibi şunları söylemiştir: «İki kavilden biri budur. Buna göre hayvan helâk olursa öder. İkinci kavle göre ödemez. Çünkü bunu emanet hayvanda yapmış olsaydı ödemezdi. Burada da öyledir. Ama benim kalbime yatan birinci kavli tercih etmektir. Sonra gördüm ki Bedâyi'de bu kavil kesinlikle tercih edilmiş; başka kavil zikredilmemiştir.»
Ben derim ki: İstihlâkın bir nev'i de bir kimsenin zengin olan borçlusunu ibrâ etmesidir. Fakir borçluyu ibrâ bunun hilâfınadır, Nitekim onuncu bâbdan az önce gelecektir.
Ödünç meselesine gelince: Bu hususta Fetih'te şöyle denilmektedir:
«Sene geçtikten sonra nisap miktarı dirhemleri ödünç vermek istihlâk değildir. Mal, ödünç alanın elinde helâk olursa zekâtı vâcip olmaz. Ticaret elbisesini emanet vermek de bunun gibidir.» Buradaki helaktan murad, alan inkâr edip, isbat için beyyine bulunmamak; yahut ödünç alan ölüp tereke bırakmamaktır. Bir kimse ticaret malını başka bir ticaret malıyla değiştirir de sonra "bedel mal" helâk olursa zekât lâzım gelmez. Çünkü bu istihlâk değildir. Gerçi Nehir sahibinin buna helâk dediği söylenmişse de ben Nehir'de böyle bir şey görmedim. Gerek Nehir'de gerekse başka kitaplarda açıkça ifade edilen tâbir, «Bu istihlâk değildir» şeklindedir. Bundan, o malın helâk olması lâzım gelmez.
Bedâyi'de şöyle deniliyor: «Ticaret malının üzerinden sene geçer de, o malı altın, gümüş veya ticaret eşyasıyla ve kıymetinin misliyle mülkünden çıkarırsa zekât ödemez. Çünkü farz olan zekâtı itlâf etmemiş; sadece onu yerinden başka bir yere nakletmiştir. Çünkü ticaret malında muteber olan mânâdır ki o da şekil değil maliyettir. Şu halde ilk mal manen mevcuttur. O mevcut olduğu için vâcip de bâkidir. Vâcip, o malın helâkıyla sâkıt olur. Malı satar da azıcık iltimas yaparsa hüküm yine böyledir. Zira bu kadarcığından korunmak mümkün değildir. Binaenaleyh af sayılır. Fakat halkın aldanmayacağı şekilde iltimasta bulunursa, yaptığı iltimasın zekatı kadarını öder. Kalan malın zekâtı malın aynına intikal eder. Mal mevcutsa zekât lâzım gelir. helâk olursa zekât da düşer.» Sene geçmeden malı değiştirmek dahi böyledir.
Yine Bedâyi'de bu hususta şöyle denilmektedir: «Eşyadan ibaret olan ticaret malını sene tamam olmadan başka ticaret malıyla değiştirirse, senenin hükmü bâtıl olmaz. Bu malı, kendi cinsiyle veya başka cinsle değişmesi bilittifak müsâvidir. Çünkü zekâtının farz olması malın mânâsına bağlıdır. Bu da maliyet ve kıymet olup mevcuttur. Keza altın veya gümüş paraları kendi cinsleriyle veya başka cinslerle satarsa hüküm yine böyledir.»
İmam Şâfiî, «Senenin hükmü ortadan kalkar» demiştir. Onun kavline kıyasen sarrafların malındazekât vâcip olmamak gerekir. Bizim delilimiz söylediğimiz gibi, dirhemlerde vücûbun ayna değil mânâya taalluk etmesidir. Malı değiştirdikten sonra dahi mânâ mevcuttur. Şu halde senenin hükmü bâtıl olmaz.
Ticaret malını ticaret için olmayan başka bir malla değiştirmek istihlâk sayılır. Binaenaleyh zekâtını öder. Nehir sahibi diyor ki: «Bu, Fetih'te, "şayet değiştirirken bedelde ticaret yapmaya niyet ettiyse" diye kayıtlanmış; "niyet etmediyse bedel ticaret için olur." denilmiştir.»
Ben derim ki: Yani bedel ticaret için olunca, bu değiştirme istihlâk sayılmaz. Binaenaleyh sene tamam olmuşsa aslın zekâtını ödemez. Sene tamam olmamışsa hükmü ortadan kalkmaz, sadece vücup bedele inkılâp eder ve bedel mevcutsa vücup bâkidir. Helâk olmuşsa vücup da sâkıttır. Nitekim bunu açık olarak Bedâyi'den naklettik. Gerçi «Bu değiştirme ile bedelin zekâtı vâcip olmaz; onun için yeniden bir sene hesap edilir» diyenler olmuşsa da bu söz açık bir hatadır.
T E M B İ H : Şârih'in «Ticaret malından başka bir malla» sözü, hiç mal sayılmayan bir bedelle değiştirmeye de şâmildir. Meselâ o mala karşılık bir kadınla evlenir yahut kasten öldürdüğü kimsenin kısasından sulh olur, veya kadın bununla hul' olursa, bu suretlerde bedel mal değildir. Şârih'in sözü, bedel mal olup, zekât malı olamayan hale de şâmildir. Meselâ o malı hizmet için kullanılan köle veya her gün giyilen elbise mukabilinde satması, onunla bir "ayın"ı kiralaması bu kabildendir. Bu suretlerin hepsinde zekâtı öder. Çünkü yaptığı iş istihtâktır. Keza ticaret malını otlak hayvanlarıyla satar da, hayvanları otlak hayvanı olarak bırakmasını şart koşarsa hüküm yine budur. Zira vâcip değişmiştir. Yaptığı iş istihlâktır. Meselenin tamamı Bedâyi'dedir.
T E T İ M M E: Paraların hükmü, ticaret malı gibidir. Fetih'te beyan edildiğine göre, bir kimsenin üzerinden sene geçmiş bin lirası bulunur da onlarla ticaret için bir köle satın alır ve köle ölürse yahut ticaret için eşya satın alır da bu eşya helak olursa, bin liranın zekâtı düşer. Ama köle hizmet için alınırsa onun ölmesiyle zekât sâkıt olmaz. Tamamı Fetih'tedir.
«Otlak hayvanını otlak hayvanıyla değiştirmek istihlâktır.» Şârih burada sadece «otlak hayvanını değiştirmek» dese daha iyi olurdu ve otlak hayvanından başka bir malla değiştirmeye de şümullü olurdu. Fethu'lKadir'de şöyle denilmiştir: «Otlak hayvanını değiştirmek mutlak surette İstihlaktır. İster kendi cinsinden ister başka cinsten otlak hayvanıyla veya otlakta barınmayan hayvanla değiştirsin. Karşılığında dirhem veya ticaret eşyası alsın fark etmez. Çünkü zekât evvelâ ve bizzat ayına taalluk etmiş, sonra değişmiştir. Bedel olan otlak hayvanı helâk olunca zekât vâciptir. şüphesiz bu, o hayvanı üzerinden sene geçtikten sonra değiştirdiğine göredir. Sene geçmeden satarsa zekât vâcip olmaz. Hattâ bedelde zekât ancak üzerinden yeni bir sene geçtikten sonra vâcip olur. Yahut elinde dirhemleri bulunur da bunları evvelden altın veya gümüş mukabilinde satmış olur.» Yani o zaman sattığının kıymetîni elindeki dirhemlere katar ve birlikte zekâtını verir; yeni bir sene beklemeye lüzum kalmaz. Keza otlak hayvanlarını otlak hayvanıyla satar da elinde başka otlak hayvanı bulunursa, aldıklarını elindekilere katar. Nitekim bunu otlak hayvanları faslında Cevhere'den naklen arz ettik.
METİN
Zekât da kıymeti vermek caiz olduğu gibi öşür, haraç, fitre, adak ve köle azadından başka kefarette de kıymeti vermek caizdir. imam-ı Âzam'a göre zekâtın, farz olduğu gün geçen kıymeti, muteberdir. İmameyn, ödendiği gündeki kıymetinin itibara alınacağını söylemişlerdir. Otlak hayvanlarında bilittifak verildiği gündeki kıymeti itibara alınır. Esah olan kavil budur. Kıymet, malın bulunduğu beldede biçilir. Mal ovada bulunursa ona en yakın şehirdeki kıymet itibara alınır. Fetih.
İZAH
Zekâtı verilecek malın kendisi elde olsa bile kıymetini vermek caizdir. Mi'râc. Dört orta koyun yerine üç semiz koyun, yahut bir binti mahad yerine binti lebûnun bir kısmını vermek caizdir. Meselenin tamamı Fetih'tedir. Sonra bu cevaz, misli olmamakla kayıtlıdır. Binaenaleyh tartı veya ölçekle satılan malın nisabında kıymet muteber değildir. Beş ölçek kötü buğdayın yerine, dört ölçek iyi buğday veya beş tane bozuk dirhemin yerine dört geçer dirhem vermek Üç İmamı'mıza göre caiz değildir. İmam Züfer buna muhaliftir.
Üç İmamımıza göre, beş kötünün yerine verilen dört iyi, kendi cinsinden olmak şartıyla ancak dördü karşılar. Bir ölçek veya bir dirhem hakkında sahibi verecekli kalır. Mal cinsi cinsine verilmezse, muteber olan kıymettir. Bu hususta ulemamız müttefiktirler. Sonra İmam Muhammed'e göre muteber olan, miktarla kıymetin fakire hangisi daha faydalıysa onu vermektir. Şeyhayn'a göre muteber olan miktardır. Beş ölçek iyi buğday yerine beş ölçek kötü buğday verirse, İmam Muhammed'e göre vâcip olanının kıymetini tam olarak vermedikçe caiz olamaz, Şeyhayn'a göre caizdir. Bu hüküm mal iyi olup onun cinsinden kötü maldan zekât verdiğine göredir. Zekâtı o malın cinsinden vermezse, muteber olan bilittifak kıymettir. Beş ölçek kötü buğday yerine beş ölçek iyi buğday verirse bilittifak caizdir. Yalnız mesele muhtelif şekillerde tesbit edilmiştir. Tamamı Dürerü'l-Bihâr ve Mecmâ Şerhleri'ndedir.
Musannıf'ın «Zekâtta, öşür, haraç, fitre ve nezirde ilh... malın kıymetini vermek caizdir.» diye birer birer kaydetmesi, kurbanlık ve hediyelerde, köle azadında kıymetini vermek caiz olmadığı içindir. Çünkü kurbanda maksat kanın akıtılması, köle azadında ise köleliğin kaldırılmasıdır. Bu gibi şeyler kıymetle olmaz. Bunu Gayetü'l-Beyan'dan naklen Bahır sahibi söylemiş, sonra şöyle devam etmiştir: «Şüphesiz bu hüküm nahir günlerinin devam etmesiyle kayıtlıdır; o günler geçtikten sonra kurbanın kıymetini vermek caizdir. Nitekim kurban bahsinde görülecektir. Adak meselesî şöyle tasavvur olunur: Bir kimse elindeki altını sadaka vermeyi adar da o kıymette gümüş verirse yahut şu ekmeği sadaka vereceğim diye adar da kıymetini verirse bize göre caiz olur.» Fethu'l-Kadir'de böyle denilmiştir. Yine aynı kitapta beyan edildiğine göre bir kimse iki koyun hediye etmeyi, yahut orta kıymette iki köle azat etmeyi adar da bir koyun hediye eder, yahut iki orta köle kıymetinde bir köle azat ederse caiz olmaz. Çünkü Allah'a kurbet, kan akıtmakta ve köleyi hürriyetine kavuşturmaktadır. Halbuki bu adam iki kan akıtmakta iki hürriyete kavuşturmayı üzerine almıştı. Binaenaleyh bunlardan birini yapmakla sözünü yerine getirmiş olamaz. İki ortakoyun tasadduk etmeyi adayıp da ikisinin kıymetinde bir koyun tasadduk etmek bunun hilâfınadır ve caizdir. Zira maksat fakiri dilenmekten müstağni kılmaktır. Kurbet bununla elde edilir. Bu ise kıymetle de olur. Bir ölçek kötü hurma tasadduk etmeyi adar da, onun kıymetine denk gelen yarım ölçek iyi hurma verirse caiz olmaz; çünkü güzellik vasfının burada kıymeti yoktur. Hurma ribâ mallarından dır. Bir de cinsi cinsine tekabül etmektedir. Bu iş başka bir cinste yapılmış olsa caiz olur.
«Köle azadından başka kefarette de kıymeti vermek caizdir.» Musannıf'ın «köle azadından başka» diyerek yaptığı istisnayı Hidâye, Kenz, Tebyîn ve Kâfî gibi kitaplar zikretmemişlerdir. Arzettiğimiz gibi onu Gayetü'l-Beyan sahibi zikretmiş, «Bundaki kurbetin mânâsı, mülkü itlâf ve köleliği kaldırmaktır. Bu ise kıymet biçilen şeylerden değildir.» diyerek ta'lilde bulunmuştur. Şurunbulâliye
Ben derim ki: Giyeceği istisna etmek de lâzımdır. Çünkü Bahır'da Fetih'ten naklen şöyle denilmiştir: "Giyecek olursa böyle değildir." Meselâ iki elbise kıymetinde bir elbise verse, bu yalnız, bir elbise yerine geçer, Çünkü kefarette beyan edilen elbise mutlaktır'. "Orta kıymette" diye kayıtlamamıştır. Şu halde iyisi kötüsü hassın şümulünde dahildir.
"Esah olan kavil budur." Yani otlak hayvanlarında muteber olan, bilittifak ödendiği günün kıymetidîr. Esah olan budur. Zira Bedâyi'de zikredildiğine göre bazıları İmam-ı Âzam'ın vücup gününü, bazıları da ödeme gününü itibara aldığını söylemişlerdir. Muhit'de «ödeme günü bilittifak itibara alınır; esah olan budun» denilmiştir. Muhit'in bu sözü, İma-meyn'in kavline uyan ikinci kavli sahih bulduğunu gösterir. Buna göre, İmam-ı Âzam'la îmameyn ödeme gününün itibara alınacağında ittifak etmişlerdir.
METİN
Zekât Memuru hayvanın ancak orta olanını alır. Ortadan murad, en aşağısının üstü; en üstünün aşağısıdır. Hayvanların hepsi iyi ise iyisini alır. Zekât memuru zekât farz olacak yaşta hayvan bulamazsa, hayvan sahibi daha aşağısını vererek fazlasını da yanına katar. Bulsa da hüküm birdir. Şu halde bu kayıt tesadüfidir, Memurun bunu kabul etmesi mecburidir. Çünkü malın kıymetini vermekten ibarettir. Yahut üstün olanı verir, fazlasını memur iade eder. Bunda mecburiyet yoktur. Zira satın almadır. Binaenaleyh rıza şarttır. Sahih, olan budur. Sirâc.
İZAH
Zekât memuru, zekâtı farz olan hayvanların orta kıymette olanın alır. Meselâ zekât olarak bir binti lebûn almak icabediyorsa, binti lebunların en iyisini veya en kötüsünü değil, ortasını alır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Hz. Muaz'ı Yemen'e gönderirken, «Sakın mallarının en kıymetlilerini alma.!» diye tembihte bulunmuştur. Bu hadisi, hadis ulemasından bir cemaat rivayet etmişlerdir. Bir de ortasını almakta hem fukarayı hem mal sahibini gözetmek vardır. Molla Aliyyü'l-Kârî. Hâniyye'de, «Yavrusunu yetiştiren, et için beslenen, karnında yavrusu olan ve koyunun koçu alınmaz, çünkü bunlar kıymetli mallardandır» denilmiştir.
Bedâyî'de zikredildiğine göre, zekâtta alınamayacak hayvanların bu neviler olduğunu İmamMuhammed açıklamıştır. Ulemadan biri İmam Muhammed'e dil uzatarak, "yavrusunu yetiştiren" yerine "yetişen yavru", "et için beslenen" yerine "yenilen hayvan" denilmek lazım geldiğini iddia etmişse de, hücumu kendisine reddedilmiştir. Bu zâttı imam Muhammed'in izinden gitmek düşer. Çünkü o lügatta da izinden gidilecek bir imamdır ve Ebû Ubeyd, Esmaî, Halîl, Kisâî, Ferrâ' ve diğer lügat uleması gibidir. Ebû Ubeyd lügatta bu kadar kıymetli bir imam olmakla beraber, İmam Muhammed'in izinden gitmiş, onun sözünü hüccet tutmuştur. Ebû'l-Abbas da (1) öyledir. Sa'leb, «Bizce İmam Muhammed Sîbeveyh'in akranındandır. Onun sözü lügatta hüccettir.» dermiş. Tamamı Bedâyi'dedir.
«Hayvanların hepsi iyi ise iyisini alır.» Zâhiriyye'de şöyle denilmiştir:
«Bir kimsenin biri iyi diğeri kötü cins iki nevi hurması olsa, İmam-ı Azam'a göre öşür olarak her cinsten hissesine düşen alınır. İmam Muhammed'e göre hurmalar orta, iyi ve kötü olmak üzere üç cins olurlarsa, orta olanından alınır.» Bu söz gereğince ortasının alınması, malın iyisi, kötüsü ve ortası yahut bu sınıfların ikisi bulunduğuna göredir. Hepsi iyi olursa, meselâ kırk tane besli koyunu bulunursa, İmam-ı Âzam'a göre orta değil besli ve kıymetli koyun verilir. İmam Muhammed buna muhaliftir. Bahır. Nehir'de Mi'râc'dan naklen bildirildiğine göre koyunların içinde ortası yoksa en iyisi verilir; ta ki vâcip kendi miktarına göre olsun.
«Çünkü malın kıymetini vermekten ibarettir.» Yani satış değildir ki mecbur etmek buna aykırı düşsün. «Fazlasını memur iade eder.» Yani fazlasını mal sahibi geri alır. Ulema, bizim mezhebimize göre bunun ne kadar olacağını takdir etmemişlerdir, çünkü zamanın ucuzluk ve pahalılığına göre değişir. İmam Şâfiî bu fazlalığı iki koyun yahut yirmi dirhem diye takdir etmiştir. Nitekim İnâye ve diğer kitaplarda izah edilmiştir İsmail.
«Bunda mecburiyet yoktur» ifadesi, Hidâye'de dahi mevcuttur. Kemal ile Zeyleî bunu kesin bir dille ifade etmişlerdir. Nehir'de Sayrafî'den naklen «sahih kavil budur» denilmiştir. Bazıları, muhayyerliğin zekât memuruna ait olduğunu söylemişlerdir. Bunu İmam Muhammed Asıl namındaki eserinde zikretmiştir. Kudûrî bu kavli tercih etmiş; İsbicâbî dahi aynı yolu takip etmiştir. Bazıları, muhayyerliğin her iki surette mal sahibine ait olduğunu söylemişlerdir. Kenz, Dürer ve Mültekâ'da olduğu gibi, kitabımızın metninden anlaşılan da budur. İhtiyar sahibi bu kavli sahih bulmuşlar. Nihaye ve Mi'râc'da, doğrusunun bu olduğu bildirilmiş; Bahır sahibi dahi bu yoldan yürüyerek bu kavli Mebsût'a nisbet etmiştir. Nehir sahibi ise birinci kavli müdafaa etmiştir. Onun için de Şârih'imiz bu kavli kesinlikle kabul etmiştir.
METİN
Yahut kıymeti verir. Dört orta koyunun yerine üç semiz koyun verse caiz olur. Sene ortasında alınan mal velev ki hîbe veya miras yoluyla olsun, kendi cinsinden olan nisaba katılır ve sahibi asıl malın üzerinden sene geçince bunun zekâtını da verir. Evvela parasının zekâtını verir de sonra parasıyla otlak hayvanı satın alırsa, parayı bu hayvanlara katmaz. Bir kimse zekâtı verilmiş otlak hayvanlarının parası ile 1000 dirhem gibi birbirine katılamayan iki nisaba mâlik olur; 1000 dirhem demiras alırsa, bu miras önceki 2000'in hangisi seneyi doldurmaya daha yakın ise ona katılır. Her 1000'in kazancı ise aslına katılır.
İZAH
Sene ortasında ele geçen malda, satın almak, miras, vasiyet, hayvanın yavrulaması ve kazanç gibi şeyler dahildir. Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir. Musannıf'ın «Nisaba katılır» diye kayıtlaması şundandır. Nisap noksan olur da sene ortasında aldığı ile tamamlanırsa, sene tamamlandığı andan itibaren mün'akit olur. Ama sene içinde nisabın bir kısmı helâk olur da onu tamamlayacak mal edinirse, bize göre bu malı nisaba katar. Bir de şuna işaret etmiştir ki asıl nisabın mevcut olması mutlaka lâzımdır. Nisap zayi olursa, yeni edindiği mal için, seneye, edindiği günden itibaren başlar. Sene tamam olmazdan velev bir gün önce olsun, kaybolan maldan bir şey bulursa, onu edindiklerine katar ve hepsinin zekatını verir. Keza bir kimseye biri 1000 dirhem bağışta bulunur, kendisi de sene içinde bir o kadar mala sahip olursa, bilahare bağışlayan kimse mahkeme kararıyla bağıştan döndüğü takdirde, edindiklerinin zekâtı için seneye yeniden başlar.
Musannıf'ın sözü şu surete de şâmildir. Nisap borç olur da o kimse 100 dirhem edinirse, bu para bilittifak borca katılır. Şu kadar var ki borcun senesi tamam olursa, İmam-ı Âzam'a göre verdiği borçtan 40 dirhem almadıkça, edindiklerinin zekâtını vermek lâzım gelmez. Verecekli müflis olarak ölürse, kendi edindiklerinin zekâtı da düşer. İmameyn'e göre onların zekâtını vermesi icabeder. Bu satırlar Bahır ve Nehir'den alınmıştır. Mal kendi cinsinden olan nisaba katılır.
ilerde göreceğiz ki, altınla gümüş birbirine katıldığı gibi, ticaret malları da bunlara katılır. Çünkü kıymetleri itibarıyla bir cins sayılırlar. Musannıf «Bir cins» tabiriyle, birbirine uymayan cinslerden ihtiraz etmiştir. Meselâ deve ile koyun böyledir. Ve birbirlerine katılmazlar. Bahır.
Bir kimse, zekâtını verdiği parasıyla otlak hayvanı satın alırsa, onları kendi otlak hayvanlarına katmaz. Yani kendi hayvanlarının üzerinden sene geçtiği vakit onlarla birlikte satın aldıklarının da zekâtını vermez. Bu, İmam-ı Âzam'a göredir. İmameyn'e göre hayvanları birbirine katarak zekâtlarını verir. Zekâtı verilen otlak hayvanlarını parayla satarsa, aynı hilâf bâkidir. Ama zahiresinin veya arazisinin öşrünü, kölesinin sadakayı fıtrını verir de sonra bunları satarsa, bunların paralarını bilittifak birbirine katar. İmam-ı Âzam'a göre yukarıdaki ile bu mesele arasında fark şudur: Otlak hayvanın parası zekât malının bedelidir. Mübdel-i minhin hükmü ne ise bedelin hükmü de odur. Birbirine katmış olsa iki kere zekât vermeye müncer olur. Keza otlak hayvanının zekâtını verdikten sonra onu alafla besleyerek sonra satsa yahut zekâtı verilen ticaret kölesini hizmet kölesi yaparak sonra satsa, paralarını katar. Çünkü zekât malı olmaktan çıkmış, başka mal gibi olmuşlardır. Meselenin tamamı Bahır'dadır.
«Miras, önceki 2000'in hangisi seneyi doldurmaya daha yakın ise ona katılır.» Bahır sahibi diyor ki: «Çünkü önceki 2000 katma illetinde birbirlerine müsavidirler. Biri diğerine sene sonuna yakınlığı itibarıyla tercih edilir. Çünkü bu, fakirler için daha faydalıdır.» Bahır sahibi sözüne şöyle devam ediyor: «Sene ortasında edindikleri kazanç veya hayvan yavruları ise bunları asıllarına katar. Velevki sene dolmasına çok zaman olsun. Zira bunlar tabidir. Tâbiin hükmü asıldan ayrılamaz.»
METİN
Zorbalar ve zâlim sultanlar, otlak hayvanlarıyla öşür ve haraç gibi zahiri malların zekâtını alsalar, ileride zikredilecek yerlerine sarf ettikleri takdirde, mal sahipleri mallarını onlardan geri alamazlar. Yerlerine sarf etmezlerse, haraçtan gayrı aldıklarını geri vermeleri (diyaneten) kendileriyle Allah arasında vâcip olur. Haracı iade etmemeleri, kendileri haraç almaya ehil oldukları içindir. Bâtınî mallar hakkında ihtilâf edilmiştir. Valvalciye ile Vehbâniye Şerhi'nde, «Müftâbih kavle göre caiz değildir » denilmiş; Mebsut'ta ise esah kavle göre zamanımızın zâlimlerine verirken kendilerine sadakayı niyet ederse caiz olacağı bildirilmiştir. Çünkü onlar, üzerlerindeki mesuliyet ve cezalarla fakirdirler.
İZAH
«Zekâtını alsalar» sözü, ihtirazi bir kayıt değildir. Hattâ zekâtı almasalar da mal senelerce ellerinde kalsa ondan yine bir şey alınmaz. Nitekim Bahır'da ve Zeyleî'den naklen Şurunbulâliye'de böyle denilmiştir. Zorbalar, müslüman bir cemaat olup hak yoluyla giden hükümdara isyan edenlerdir. Nehir. Bana öyle geliyor ki, ehli harp olan küffar, müslüman beldelerinden birini alsalar hükümleri yine budur ;zira ulema bu meselenin aslını «Hükümdar onları himaye etmez; haraç himaye mukabilindedir.» diye ta'lîl etmişlerdir. Bahır ve diğer kitaplar da beyan edildiğine göre darı harpte bir kâfir müslüman olur da senelerce orada kalır, sonra müslüman memleketine gelirse, hükümdar ondan zekât almaz. Çünkü onu himaye etmemiştir. Biz «zekâtın farz olduğunu bilirse edâsı lâzım gelir; bilmezse ona zekât yoktur» diye fetva veririz. Çünkü kendisine Allah'ın emri ulaşmamıştır. Zekât farz olmak için bu şarttır.
«Haraçtan gayrı aldıklarını geri vermeleri vâcip olur.» Lâkin bu hüküm zorbaların aldıkları hakkındadır. Zira ulema bunu, «zorbalar aldıklarını sadaka yoluyla değil helâl görerek alırlar ve o malları yerlerine sarf etmezler» şeklinde ta'lil etmişlerdir.
Zâlim sultana gelince: Onun sadaka toplamaya hakkı vardır. Fetva buna göredir. Nitekim az ilerde Ebû Câfer'den naklen beyan edeceğiz. Evet Mi'rac'da birçok Belh ulemasından nakledildiğine göre zâlim sultan da zorbalar gibidir. Çünkü topladığı zekâtları yerlerine sarf etmez. Hidaye'de bu kavlin daha ihtiyatlı olduğu bildirilmiştir. Zorbalar haraç almaya ehildirler; çünkü onlar ehli harp olan küffarla harbederler. Haraç, harbedenlerin hakkıdır. Mültekâ Şerhi. Tahtavî.
"Bâtınî mallar"dan murad, paralarla zekât memuruna arz edilmeyen ticaret mallarıdır. Zira memura arz etmekle bunlar da zâhirî mallara iltihak ederler. Nitekim bâbında gelecektir. Zâhirî mallar ise, hükümdarın topladığı zekâtlardır ki, otlak hayvanları, öşür ve haraca giren mallar ve zekât memuruna arz edilenler bunlardandır. Şârih'in sözünden, zâhirî mallarda hilâf olmadığı anlaşılıyor. Halbûki onlarda da hilâf vardır. Tecnis ile Valvalciye'de şöyle denilmektedir: «Zekâtları zâlim sultan alırsa, bazı ulemaya göre sahipleri zekâtı verirken ona tasadduku niyet ettiği takdirde, ikinci defa zekât vermeleri emir olunmaz. Çünkü o hakikaten fakirdir. Birtakımları, ikinci defa vermeleriniemretmenin daha ihtiyat olduğunu söylemişlerdir. Nitekim niyet etmediği zaman yapılacak iş budur. Zira sahih ihtiyar ve tercih yoktur. Niyet etmediği takdirde bazıları ikinci defa zekât vermesi emrolunacağını söylemişlerdir. Ebu Cafer. "Bu, sultanın zekât almaya hakkı olduğundan değildir" demiştir. Binaenaleyh zekât erbabından borç sâkıt olur. Sultan zekatı yerine sarf etmezse, onun alması zekâtı iptal etmez. Fetva buna göredir. Bu hüküm zâhirî malların zekâtları hakkındadır. Ama sultan müsadere yoluyla bir kimsenin bazı mallarını alır da o kimse kendisine zekât niyetiyle verirse, müteehhirin ulemanın kavline göre caizdir. Sahih kavle göre caiz değildir. Fetva buna göredir, çünkü zâlimin, bâtınî malların zekatını almaya hakkı yoktur.»
Ben derim ki: Yani almaya hakkı olmayınca ona vermek de doğru değildir. Velev ki mal sahibi ona tasadduku niyet etsin. Çünkü sahih ihtiyar ve tercih yoktur. Zâhirî mallar bunun hilâfınadır. Zalimin, onların zekâtını, almaya hakkı olunca, ona vermek kastının bulunmaması zarar etmez. Onun içindir ki, ona tasadduku niyet etsin etmesin caizdir. Muhtârâtü'n-Nevâzil'de beyan edildiğine göre, zâlim sultan haracı alırsa caizdir. Zekât ve haraçları alır, yahut bir malı hacz ederek alırsa, sahibi, verirken zekatı niyet ederse, bazılarına göre caiz olur; fetva buna göredir. Zekât niyetiyle her zalime verilen malın hükmü budur. Çünkü zâlimler üzerlerine aldıkları mesuliyet ve takibat sebebiyle fakir sayılırlar. Ama ihtiyat, aldıklarını iade etmeleridir. Bu ifade Mebsut sahibinin ve ona uyarak Fetih sahibinin sahih kabul ettikleri kavle uygundur.
Şu halde bâtınî mallarda zekât niyet edilirse, onları zâlime vermenin caiz olup olmayacağı hususunda sahih kavil ve fetva muhtelif demektir. Hangisinin daha ihtiyatlı olduğunu yukarıda gördün.
Ben derim ki: Bu, "bâccı"nın aldıklarına da şâmildir. Çünkü aslında bâccı hükümetin tayin ettiği öşür memuru ise de, bugün zekât almak için değil himaye bulunmaksızın halkın mallarını zulüm yollarıyla ellerinden almak için tayin edilir. Binaenaleyh onun almasıyla zekât sâkıt olmaz. Nitekim Bezzâziye'de açıklanmıştır. Ona mal veren kimse zekâtı niyet ederse, yukarıda zikredildiği şekilde ihtilâflıdır.
METİN
Hattâ Belh Emîrine, yemin keffareti için oruç tutması lâzım geldiğine fetva verilmiştir. Bu malları zekât memuru zorla alırsa zekât yerine geçmezler. Çünkü kast ve ihtiyarla verilmemişlerdir. Lâkin sahipleri bizzat versin diye cebir sve hapsedilir; çünkü zorlamak, kast ve ihtiyara aykırı değildir. Tecnis'de, fetvanın zâhirî mallarda zekâtın sâkıt olduğuna; bâtınî mallarda sâkıt olmadığına verildiği kaydedilmektedir. Sultan, gasp edilen malı kendi mülkü ile karıştırırsa o malda zekât vâcip olur ve ondan miras olarak alınır. Çünkü karıştırmak, ayırması mümkün olmayacak şekilde ise Ebû Hanife'ye göre istihlâk sayılır. Ebû Hanife'nin kavli daha uygundur. Zira gasptan hâli mal pek az bulunur. Bu izahat, karıştırarak istihlâk ettiği maldan ayrı olarak borcuna yetecek başka malı bulunduğuna göredir. Başka malı yoksa zekât da yoktur. Nitekim bütün malı haram ise hüküm budur. Nehir ve Sa'diye hâşiyelerinde böyle denilmiştir.
İZAH
Belh Emirinden murad, Horasan valisi olan Müsa b. İsa b. Mâhân'dır. Kendisine fetva veren de Muhammed b. Seleme'dir. Musa bu fetvayı alınca ağlamaya başlamış ve yanındakilere; «Bana senin üzerine maldan başka mes'ul olacağın bir şey yoktur. Senin keffaretin hiçbir şeye mâlik olmayanın yemin keffaretidir, derlerdi» şeklinde yakınmıştır.
Fetih'te deniliyor ki: «Bu izaha göre bir kimse malının üçte birini fakirlere vasiyet eder de zâlim sultana verirse sâkıt olur. Bunu Kadıhân, Câmi-i Sağîr'de zikretmiştir. Şu halde ulemanın, İmam Mâlik'in tilmizi Yahya b. Yahya'ya mağrip hükümdarlarından birine lâzım gelen keffaret hakkında oruç tutması icabeder, diye verdiği fetva hakkında itirazda bulunmaları yersizdir. Çünkü caiz, ki bu fetvası, oruç tutmak ona köle azadından zordur diye değil; zikri geçen itibardan dolayıdır...» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki: Muhammed b. Seleme'nin fetvası Takrîr'de sahih kabul edilen «Borç, malla keffaret vermeye mâni değildir.» sözüne mebnidir. Keşfi Kebir'de sahih kabul edilip Bahir ve Nehir sahiplerine tebean Şarih'in de benimsediği kavle göre değildir.
«Zekât yerine geçmezler» ifadesi bazı nüshalarda «zekât olmaları sahih değildir» şeklindedir. Bu söz, Bahır'da Muhit'e nisbet edilmiştir. Bundan sonra Bahır sahibi şunları söylemiştir: «Kerhî'nin Muhtasarı'nda bildirildiğine göre bu malları İmam zorla alır da yerlerine harcarsa, zekât namına kâfidir. Çünkü hükümdarın zekâtları almaya selâhiyeti vardır. Binaenaleyh onun alması mal sahibinin vermesi yerine geçer. Kınye'de, burada işkâl olduğu kaydedilmiştir. Çünkü niyet şarttır. Fakat mal sahibinin niyeti yoktur.»
Ben derim ki: Kerhî'nin «onun alması mal sahibinin vermesi yerinedir» sözü, cevap olmaya elverişlidir. Bundan sonra Bahır sahibi sözüne şöyle devam etmiştir. Müftâbih kavil tafsilâttır. Bu tasarruf zâhiri mallarda ise farz sâkıt olur.' Çünkü sultanın veya naibinin onları almaya selâhiyeti vardır. Bu malları yerine sarf etmezse, alması bâtıl olmaz. Bâtinî mallarda ise farz sâkıt olmaz.
«Tecnis'te» kelimesinin başında, bazı nüshalarda "lâkin" kelimesi vardır. Şârih «lâkin Tecnis'de ilh...» diye başlayarak, Mebsut'un sözüne istidrakde bulunmûştur. Biz, az yukarıda Tecnis'in sözünü sana dinlettik. Bazıları ikisinin sözü arasında muhalefet olmadığını iddia etmiş; Tecnis'in sözünü, «Sultana verilen bâc veya hacz malını zekât niyetiyle "verilip, sultanın onu yerine sarf etmesi istenir. Bu malın sultana sadaka olarak verilmesi niyet edilmez,» şeklinde yorumlamışlardır. Bu yorumlamayı, «çünkü sultanın bâtinî mallardan zekât almaya hakkı yoktur» sözü de te'yid eder; Binaenaleyh Mebsut'un, «Esah olan kavle göre zamanımızdaki zâlimlerin aldıkları haraç ve haczler mai sahiplerinden sâkıt olur. Elverir ki onlara sadaka niyetiyle vermiş olsunlar. Çünkü bu zâlimler, üzerlerindeki mesuliyetler sebebiyle fakirdirler» sözüne aykırı değildir. Teemmül buyurulsun.
Sultan, gasp edilen malı başka bir gasp edilen malla karıştırırsa onda zekât yoktur. Nitekim bunu Şârih az sonra «bütün malı haram ise hüküm budur» cümlesiyle ifade edecektir. «Malı karıştırmakistihlâktır» Yani başkasının hakkı malın aynına değil de kişinin zimmetine talluk ettiği cihetle Ebû Hanife'ye göre istihlâk mesabesindedir İmameyn'in kavline göre ise ödemek icabetmez. O zaman mülk dahi sabit olmaz. Çünkü mülk, ödemenin fer'idir. Miras olarak da alınmaz, çünkü müşterek maldır. Miras olarak ondan yalnız ölenin hissesi alınır. Fetih.
«Bu izahat» ifadesindeki işaret, zekâtın vâcip olmasınadır.
«Nitekim bütün malı haram ise hüküm budur.» Bu hususta Kınye'de şöyle deniliyor; «Haram mal nisabı dolduruyorsa zekâtını vermek lâzım gelmez. Çünkü o kimseye bu malın hepsini tasadduk etmek vâciptir. Bir kısmını sadaka olarak vermesi fayda vermez.» Bezzaziye'de dahi böyle denilmiştir. Tatarhâniyye'de Feteva el-Hucce'den naklen şöyle denilmektedir: «Bir kimse helâl olmâyan birtakım mallar edinse yahut birtakım mallar gaspederek onları kendi malıyla karıştırsa, karıştırmakla onlara mâlik olur ve öder. Bunlardan başka nisabı yoksa bu malların zekâtı yoktur. Velev ki nisap miktarını doldurmuş olsunlar, çünkü kendisi borçludur. Borçlunun malı bize göre zekâtın vâcip olmasına sebep teşkil edemez.» Tatarhaniyye'nin «bundan başka nisap yoksa» sözü, zekâtın vâcip olması için başka bir nisabı bulunmasının şart olduğunu gösteriyor. Bununla Bahır sahibinin ortaya attığı işkâl defedilmiş olur. Onun işkâli şudur: "Bu adam, karıştırmakla gasbettiği mala sahip olursa, o mal borçla da meşguldür. Binaenaleyh zekâtın vâcip olmaması gerekir." Lâkin şüphesiz ki bu takdirde zekât ancak o maldan fazlasında vâcip olur; o malda vâcip olmaz.
METİN
Vehbâniyye şerhi'nde Bezzaziyye'den naklen şöyle denilmiştir: «Kâtir olması ancak kat'î olan haramı tasadduk ettiği zamandır. Ama bir insandan 100, diğerinden de 100 dirhem alarak karıştırır; sonra bunlar, tasadduk ederse kâfir olmaz. Çünkü karıştırmakla istihlâk ettiğinden, kat'î olarak haram biaynihî değildir.»
İZAH
Vehbâniyye Şerhi'nde, kitabımızın metnine yapılabilecek bir i'tirazın def'i vardır. Kitabımızın metninde, «Sultan gaspedilen malı kendi malıyla karıştırırsa ona mâlik olur ve bu malda zekât vâciptir.» denilmektedir. İ'tirazcı, «Bu Haram bir maldır ondan nasıl zekât verebilir?» diyebilir. Lâkin biliyorsun ki bunun zekâtı ancak mal sahibinden beraat dilediği, yahut onunla uzlaştığı zaman vâcip olur. Bu suretle onun haramlığı ortadan kalkar, Evet helâl malın zekâtını haram maldan verse, Vehbâniyye'de bazılarına göre caiz olacağı kaydedilmiş; Kınye'de iki kavil zikredilmiş; Bezzâziye'de de şöyle denilmiştir.; «Zekâtı icabeden haram malda zekâttan olmasını niyet ederse zekât yerine geçer.» Yani sahipleri bilmediği için zekât vâcip olan malda niyet ederse zekât yerine geçer, demektir. Bu sözde, Zahîriyye'nin sözünü takyid vardır. Orada şöyle denilmiştir: «Bir adam haram maldan bir fakire bir şey verir de ondan sevap umarsa, kâfir olur. Fakir bunu bilir de ona dua eder, veren de âmin derse her ikisi kâfir olurlar. Bunu Vehbâniyye sahibi manzum olarak ifade etmiştir. Vehbâniyye şerhi'nde bildirildiğine göre âmin diyen kimse, alandan verenden başka ecnebi bir kimse olsa hüküm yine budur. İnsanların çoğu bundan gafildirler. Cahillerden bunu yapanlarvardır.»
Ben derim ki: Fakire vermek bir kayıt ve şart değildir. Öyle görülüyor ki liaynihi haram olan bir malla, mescid gibi sevap umulan bir bina yapsa hüküm yine böyledir. Zira illet, azabı gerektiren bir şeyden sevap ummaktır. Bu ise ancak o şeyi helâl itikat etmekle olur.
«İki kişiden 100'er dirhem alarak karıştırır da tasadduk ederse kâfir olmaz.» Sârih burada yalnız kâfir olmamayı söylemekle yetinmiştir. Çünkü bedelini ödemezden önce onunla tasarrufta bulunmak helâldir. Velev ki karıştırmakla mâlik olmuş bulunsun. Nitekim gördün. Hanevî'nin Hâşiyesi'nde Zahîre'den naklen şöyle deniliyor: «Fâkih Ebû Ca'fer'e soruldu: "Bir kimse malını sultanın vâlilerinden kazanır, haram olan vergiler vesaireden alırsa, bunu bilen bir kimsenin onun yemeğinden yemesi helâl olur mu?" denildi. Ebû Ca'fer şu cevabı verdi: "Bence ondan yememelidir. Ama yedirenin elindeki bu yiyecek gasp veya rüşvet değilse, hüküm itibarı ile yemesi caizdir."» Yani aynen gaspedilen veya rüşvet olarak alınan malın kendisi değilse yiyebilir, demek istemiştir. Çünkü ona mâlik olmamıştır. O mal haramın kendisidir. Binaenaleyh ona da başkasına da helâl değildir. Bezzâziye'de burada şöyle denilmiştir: «Sadaka olmak kendisine helâl olmayan bir kimse için efdal olan hareket, sultanın bahşişini kabul etmemektir. Harzem'de, Allâme, oralıların yemeklerinden yemez; bahşişlerim alırdı. Bu kendisine sorulunca şu cevabı verdi: Yemek takdimi ibâha (mübah yapmak) olur. Mübahı yiyen, onu sahibinin mülkü olmak üzere itlâf eder ve bu suretle zâlimin yemeğini yemiş olur. Bahşiş ise mülk edindirmektir. Binaenaleyh o kimse kendi mülkünde tasarruf eder.»
Ben derim ki: Galiba bu söz «haram iki zimmete geçmez» kavline dayanmaktadır. Fâsit satış ve haram-mübah bahislerinde bunun hilâfının tahkik edildiğini göreceğiz.
Şârih'in, «Karıştırmakla istihlâk ettiğinden kat'î olarak haram biaynihi değildir» sözü, karıştırmazdan önce haram liaynihi olduğu zannını veriyor. Halbuki usul-i fıkıh kitaplarında açıklandığına göre başkasının malı haram ligayrihidir. Haram liaynihi değildir. Ölü eti bunun hilâfınadır. Velev ki haram olduğu kesin olsun. Ancak şöyle cevap verilirse o başka: Murad, haramın kendisi değildir. Çünkü o kimse karıştırmakla o mala mâlik olmuştur. Haram olan, bedelini vermeden onda tasarrufta bulunmasıdır. Bezzâziye'de zekât bahsinden az önce şöyle denilmektedir: «Bir kimsenin zulüm yoluyla alarak kendi malıyla ve başka bir mazlumun malıyla karıştırdığı mal kendi mülkü olur ve ilk şahsın o malda hakkı kalmaz. Bize göre bu malı almak hâlis haram olmaz. Evet mezhebin sahih kavline göre bedelini ödemeden o maldan faydalanmak mübah olmaz.» Lâkin Akâid-i Nesefiyye Şerhi'nde, «Ma'siyeti helâl saymak -şayet o ma'siyet kat'î delille sâbit olmuşsa- küfürdür» denilmektedir. Fetva kitaplarında zikredilen haramı helâl itikat etmek meselesi bunun üzerine teferrueder. Zira bir şeyin haram olması kendi ayınından ileri gelir de, kesin bir delille sabit olursa, onun helâl olduğunu itikat etmek küfürdür. Aksi takdirde küfür değildir. Yani haram olması başka bir şeyden ileri geliyorsa yahut zannî delil ile sabit ise onu helâl itikat etmek küfür değildir. Bazıları haram liaynihi ile haram ligayrihi arasında fark görmemiş, «Haramı helâl itikat eden kâfir olur»demişlerdir. Akâid-i Nesefiyye Şârihi Muhakkık İbn-i Gars şöyle demiştir: «Tahkik de budur. Hilâfın faydası, zulüm yoluyla başkasının malını yemekte kendini gösterir. Zira helâl itikat eden kimse iki kavilden birine göre kâfir olur.» Bu sözün hâsılı şudur: Birinci kavle göre küfrün şartı iki şeydir. Yani biri delilinin kat'î olması, biri de haram liaynihi olmasıdır. İkinci kavle göre şart yalnız delilin kat'i olmasıdır. Gördün ki tercih edilen kavil de budur. Bezzâziye'nin sözü bu kavle göredir.
METİN
Nisaba mâlik olan bir kimse, birkaç senenin veya birkaç nisabın zekâtını önceden verse sahih olur. Çünkü sebep mevcuttur. Keza ekini veya meyvesi meydana çıktıktan sonra kemale gelmeden onların öşrünü verse caiz olur. Ekin ve meyve meydana çıkmadan vermenin caiz olup olmayacağında ihtilâf edilmiştir. En zâhir olan kavle göre caizdir. Kendi başının haracını önceden vermek dahi böyledir, meselenin tamamı Nehir'dedir. Velev ki sene tamam olmadan fakir zengin olsun, yahut ölsün veya dininden dönsün. Bunun sebebi şudur; itibara alınacak cihet, o kîmsenin kendisine zekât verilirken zekâta mahâl olmasıdır. Verdikten sonra mahâl olması muteber değildir.
İZAH
Musannıf'ın «Nisaba mâlik olan» diye kayıtlaması şundandır; O kimse nisabdan az bir mala mâlik olur da 200 dirhem için beş dirhemi önceden verir, iki yüz dirhemin senesi sonra dolarsa bu caiz olmaz. Burada iki şart daha vardır: Biri sene esnasında nisabın ortadan kalkmamasıdır. İki yüz dirhem için önceden beş dirhem verir, sonra elindeki paraların bir dirhemden geri kalanı helâk olursa ve paraları tekrar toplayarak sene 200 dirhem üzerine dalarsa, önceki verdiği caiz olur. Bütün paraları helâk olursa hüküm bunun hilâfınadır. İkinci şart, sene sonunda nisabın tam olmasıdır. Kırk koyun için önceden bir koyun verir de elinde 39 koyun kaldığı halde sene dolarsa fakire verdiği koyun nafile sadaka olur. Koyunu zekât memuruna verdiği takdirde elinde mevcut ise, muhtar kavle göre zekat yerine geçer. Nitekim Hulasa'da beyan edilmiştir. Meselenin tamamı Nehir ve Bahır'dadır.
Birkaç senenin zekâtını peşin vermek şöyle olur: O kimsenin elinde 300 dirhem gümüşü bulunur. Bunların 100 dirhemini iki yüz dirhemin 20 senelik zekâtı olmak üzere peşin verir.
Nisapların sureti de şöyledir: Mezkûr 100 dirhemi hem elindeki 200 dirhemin hem de ileride hâsıl olacak 19 nisabın zekâtı olmak üzere verir. Beklediği 19 nisap o sene eline geçerse, verdiği zekât sahihtir. Başka bir senede eline geçerse mutlaka ayrıca zekâtını vermek icabeder. Nitekim Bahır sahibi bunu açıklamıştır. H. Lâkin peşin verdiği 100 dirhem, eldeki 200 dirhemin 20 senelik zekâtı yerine geçer ve mesele birinci meseleye döner. Nehir'de şöyle deniliyor: «Hâniyye'deki mesele buna teferru etmektedir. Mesele şudur: Bir kimsenin beş tane hâmile devesi olurda onlar için karınlarındaki yavrularıyla birlikte peşin olarak iki koyun verirse, beş yavru sene dolmadan doğdukları takdirde, verdiği zekât geçerlidir. Ama ikinci sene gebe kalacakları için zekâtlarını peşin verirse caiz olmaz.» Sebebi şudur: Gelecek sene hâmile kalacaklar diye zekâtlarını peşin verince, osene namlarına zekât verdiği hayvanlar bulunmamışlardır. Binaenaleyh namlarına peşin zekât vermesi de caiz olmaz.
Valvalciye'de bildirildiğine göre, bir kimsenin elinde 400 dirhem gümüşü bulunur da 500 zannederek zekâtlarını verirse, ziyadeyi ikinci sene için hesap edebilir. Çünkü bu ziyadeyi peşin yerine saymak mümkündür. Bahır'da, "cinsin bir olması" kaydı vardır. Bahır sahibi şöyle demiştir: "Çünkü bir adamın beş devesi ve 40 koyunu bulunur da iki yarıdan birisi için bir koyun verip, sonra o yarı helak olursa, verdiği koyun öteki yarı yerine geçmez. Hem ayın olarak parası, hem borcu bulunur da ayın için zekât verir, sonra sene geçmeden o da helâk olursa, verdiği zekât borç nâmına caizdir. Sene geçtikten sonra verirse caiz olmaz. Altın, gümüş ve paralarla ticaret malları bir cinstir."
«Çünkü sebep mevcuttur.» Sebepten murad, vücûbunun sebebidir ki o da üreyen nisaba mâlik olmaktır. Binaenaleyh bir senelik veya fazla zekâtı önceden vermek caizdir. Nisaplar dahi böyledir. Zira sebep olmak hususunda asıl olan birinci nisapdır. Ondan fazlası ona tâbidir. Bahır sahibi diyor ki: «Şüphesiz efdâl olan önceden vermemektir; çünkü bu hususta ulemanın ihtilâfı vardır. Ama ben bunun naklini görmedim.»
Şârih'in, ekin ve meyve meselesindeki teşbihi de birinci meseleye, yani birkaç senenin zekâtını önceden verme, meselesine râcî'dir. Çünkü nisaba mâlik olup sene geçmeden zekâtını verince, sebebi bulunduktan sonra peşin vermiş olur. Zira bu, vücup vaktinden önce edâdır. Ekin meselesinde de öyledir. Çünkü öşürün edâ zamanı, mahsulün yetiştiği vakittir. Önceden verince sebebi bulunduktan sonra edâ vaktinden önce vermiş olur. Burada sebep hakikaten mahsul getiren üretici yerdir.
Ekin ve meyvenin kemali, öşrü edâ etmenin vaktidir. Lâkin Bahır'ın öşür bâbında beyan edildiğine göre, öşrü edâ etmenin vakti, Ebû Hanife'ye göre ekin ve meyvenin yerinde belirmesi, Ebû Yusuf'a göre kemale gelmesi imam Muhammed'e göre kesip temizlenmesi zamanıdır. Bu izaha göre peşin verme meselesi, İmameyn'in kavillerine göre tahakkuk ederse de İmam-ı Âzam'ın kavline göre tahakkuk etmez. Sonra gördüm ki Kemal İbn-i Hümam öşür bâbında buna tembihte bulunmuş.
"Ekin ve meyve meydana çıkmadan vermenin caiz olup olmayacağında ihtilaf edilmiştir." Şârih kısaca «Belirmeden vermenin caiz olup olmaması ihtilâflıdır» demeliydi. Bu hem ekine hem meyveye şâmil olur. Ekini ekmeden, fidanı dikmeden zekâtlarını peşin vermenin bilittifak caiz olmayacağını ifade ederdi. Zira bu, sebep bulunmadan edadır. Nitekim nisaba mâlik olmadan malının zekâtını vermek de böyledir. (caiz değildir).
«En zâhir olan kavle göre caizdir.» Kitabımızın bir nüshasında «caiz değildir» denilmiştir ki doğrusu da budur. Nehir'de şöyle denilmiştir: «En zâhir olan, ekinde bitmeden caiz olmamasıdır. Zâhir rivayete göre meyvede dahi yemiş belirmeden caiz değildir.» «Kendi başının haracını önceden vermek dahi böyledir.» Bu teşbih dahi birinci, meseleye râcidir. Halebî şöyle demiştir: "Bir kimse kendi başının birkaç senelik haracını peşin verirse caiz olur." Nitekim cizye bâbında gelecektir. Bunun caiz olması, sebep bulunduğu içindir, sebep başıdır. Keza yerînin birkaç senelik haracınıpeşin verse caizdir. Nitekim bunu Kuhstânî öşür ve harac bâbında zikretmiş «çünkü sebep mevcuttur» diye ta'lilde bulunmuş; «sebep, üreten yerdir» demiştir. Lâkin onun sözünü muvazzaf haraca yormak icabeder. Çünkü o haraç üretme kudretine taallûk eder, ve sebebi, üreme imkânı dolayısıyla üreten yer olur. Öşür ve mukaseme haracında olduğu gibi, üremenin kendisine taallûk etmez.
«Meselenin tamamı Nehir'dedir.» Orada şöyle denilmiştir: «Bir kîmse muayyen bir gün oruç tutmayı nezir eder de onu evvelden tutarsa, Ebû Yusuf'a göre caiz, İmam Muhammed'e göre caiz değildir.» Namaz ve itikaf dahi bu hilâfa göredîr. Falan sene hacc edeceğim diye adayarak daha önce hacca giderse, Şeyhayn'a göre caiz, îmam Muhammed'e göre caiz değildir. Sirâc'da böyle denilmiştir. H.
METİN
Haraç arazisine bağ dikerse, bağ tamam olup yemiş vermedikçe o kimsenin ekin haracı vermesi icabeder. Mecmau'l-Fetevâ. Tağleb Kabîlesi'nden olan bir çocuğun malında zekât yoktur. Tağleb veya Tağlib, Hıristiyan Araplar'dan bir kabîledir. Bunlara Benî Tağlib derler. Bu kabîIenin kadınına da erkek kadar vergi düşer, çünkü onlar bu şekilde antlaşma yapmışlardır.
Otlak hayvanının zekatında ortası alınır. İhtiyarı veya en iyisi alınmaz. Bir kimsenin vasiyeti olmaksızın terekesinden zekât alınmaz; çünkü şartı yoktur. Zekâtın şartı niyettir. Zekât verilmesini vasiyet etmişse, malının üçte birinden itibar edîlir. Meğer ki mirasçılar razı olsunlar. Zekatın senesi Kamerîdir (Gök ayına göredir). Bunu Bahır sahibi Kınye'den nakletmiştir, Şemsî (Güneş yılı) değildir. Bunların farkı İnnîn bâbında gelecektir. Bir kimse zekâtını verip vermediğinde şüphe ederse, onu verir; çünkü zekâtın vakti bütün ömürdür. Eşbah.
İZAH
Şârih haraç yerine fidan dikme meselesini burada istidrâd yoluyla zikretmiştir. Onun yeri, öşür ve haraç bâbıdır. T.
"Yemiş vermedikçe, o kimsenin ekin haracı vermesi icabeder." Çünkü bağ dikmesi, o yeri muattal bırakmaktır. Bir kimse bir yeri muattal bırakırsa o yerin haracını ödemesi icabeder. Yer evvelce ekilmeye elverişliydi, binaenaleyh bağ yemiş verinceye kadar o yerin haracını öder. Yemiş aldığı zaman bağın haracını verir. Ekinin haracı sâkıt olur. Çünkü artık onun halefi vardır. Ekin haracı her dönümde bir sa (ölçek) ve bir dirhemdir. Bağ yetişinceye kadar bunu verir. Ondan sonra on dirhem vermeye başlar. Rahmetî.
Tağleb Kabîlesi'nden olan zekât malında zekât yoktur. Ama öşür arazisinden çıkan ekin ve meyvelerden öşürün iki katı alınır. Nitekim müslüman çocuğun arazisinden çıkan mahsulde de öşür vacip olur. Bu cihet, öşür bâbında gelecektir. Tağleb bir kabîlenin babasıdır. Onun için Şârih Benî Tağleb demeyip, sadece Tağleb dese daha iyi olurdu. Ama babasına mensup bir kabîleye Benî Tağleb demekte bir mâni yoktur, denilebilir. Fetih'te şöyle denilmiştir: «Benî Tağleb Hıristiyan. Araplardır. Bunlara Hz. Ömer (r.a.) cizye koymak istemiş, Onlar razı olmamışlar; "Biz Arabız; Acemlerin verdiğini vermeyiz. Birbirinizden aldıklarınızı bizden de al!" demişler; bununla zekâtıkasdetmişlerdir. Bunun üzerine Ömer (r.a.), "Hayır! Bu, müslümanların farzıdır" demiş; Onlar da, "O halde cizye adıyla değil de bu isimle dilediğin kadar ziyade et!" demişlerdi. Ömer (r.a.) da böyle yaptı.» Onlar dan zekâtın iki mislini almak üzere anlaştılar. Hadisin bazı rivayetlerinde, «O cizyedir; siz ne derseniz deyin!» cümlesi vardır.
«Bu kabîlenin kadınına da erkek kadar vergi düşer.» ki o da yarım öşürdür. H.
«Mirasçılar razı olursa o başka.» Yani zekât verilmesini vasiyet eder de üçte birden fazla tutarsa, fazlası alınmaz. Mirasçılar razı olursa o başka!
FER'İ MESELE: Zekât, malın üçte birinden fazlâ tutar da, hastalığında onu vermek isterse, mirasçılarından gizli olarak verir. Malı yoksa başkasından ödünç alarak verir. Bunun için ödeyebileceğine kanaat getirmesi gerekir. Çalışır da ödeyemezse, öldüğü takdirde mâzurdur. Muhtârâtü'n-Nevâzil ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir. Ulemanın "gizlice" demelerinden anlaşılıyor ki, mirasçılar zekât vereceğini bilirlerse fazlasını kazaen (mahkeme kararıyla) alabilirler. Miras sahibinin yaptığı ise diyaneten caizdir. Çünkü farzı ödemeye mecburdur. Nitekim Kâfi şerhi'nde onun illeti beyan edilmiş, «sahih olan da budur» denilmiştir. Vehbâniyye Şerhi'nde şöyle denilmektedir: «"Kazaen" ve "diyaneten" sözlerinin arasını bulmak mümkündür.» Yani sahihin mukabili olan üçte bir itibarını kazaya, birinciyi diyanete, hamletmek suretiyle araları bulunur. Bu da bizim söylediğimiz te'yid eder.
«Fark, innîn bahsinde gelecektir.» Oradaki ibare şöyledir: «Mezhebe göre, hilâlleri görmek suretiyle bir Kameri Sene te'cil edilir. Kamerî Sene 354 gün ve bir günün birazıdır. Bazıları günler hesabıyla bir Şemsi Sene te'cil edileceğini söylemişlerdir. Şemsî Sene, ötekinden 11 gün fazladır.»
Sonra bu hüküm evvela malı ay başında kazandığına göredir. Ay ortasında kazanırsa bazılarına göre günler itibar edilir. Birtakımları, ilk ayın son aydan tamamlanacağını, ikisinin arasındaki ayların yine hilâli görme hesabıyla itibara alınacağını söylemişlerdir. Bu söz iddet hakkındaki sözlerine benzer. T.
«Zekâtın vakti bütün ömürdür.» Bahır sahibi Vâkıât'tan naklen şöyle demiştir: «Bu meseleyle, vakit çıktıktan sonra kılıp kılmadığında şüphe edilen namaz arasında fark vardır. Fark şudur: Zekâtı edâ etmek İçin bütün ömür vakittir. Binaenaleyh bu, vaktinde namazı kılıp kılmadığında şüphe etmek gibi olur. Böyle bir şüphe bulunursa namazını tekrar kılar.» Bahır sahibi sözüne devamla şunları söylemiştir: «Bir hâdise olmuştur ki şudur: Bir kimse bütün zekâtını verip vermediğinde şüphe ederse, meselâ ayrı ayrı zamanlarda zekât vererek verdiğini kaydetmezse, tekrar zekâtını verecek midir? Söylediğimize bakılırsa muayyen bir miktar verdiğine kanaat getirmedikçe zekâtını tekrar vermesi lâzım gelir. Çünkü bu borç, zimmetinde yüzde yüz sâbittir. Şüpheyle ödenmiş sayılamaz.»
Ben derim ki: Bunun hulâsası şudur: Bu adam verdiği zekâtın miktarını araştırır. Nasıl ki namazda rekât sayısında şüphe ederse böyle yapar. Ödediğine kanaat getirdiği miktar sâkıt olur, geri kalanı verir. Hiçbir şeye kanaat getiremezse bütün zekâtı verir. Allah'u alem.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum Yaptığınız için teşekkürler.Şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan; hiçbir şeyi gayesiz, nizamsız göremezsin. Rabbim Yar ve Yardımcımız olsun.

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.